HİKMET
İSLAMBİLİM'E GİRİŞ
Hikmet'in Kitap'daki Seyri
Müslüman Düşünce Tarihinde Hikmet Tasavvurları
I-İlahi Hikmet
II-Beşeri Hikmet
1-Nebevi Hikmet
A-Qur'an Öncesi
a-Nuh Öncesi
b-Nuh'dan Sonra
B-Yaşayan Qur'an
C-Qur'an Sonrası
2-Cehdi Hikmet
A-Genel Düşünce Tarihi
Tarih Öncesi Mebde Teorileri
a)Uygarlıklara Göre
b)Müslüman Tarihçilere Göre
B-Müslüman Düşünce Tarihi
C-Bilim Tarihi ve Bilim Felsefesi
Kaynaklar
B
İ L G İ N İ N B İ R L İ Ğ İ
(el-Hikme)
HİKMET'İN KİTAP'DAKİ SEYRİ
Mekki Sureler
40/Kamer
54.5-
Doruğunda olgunlaşmış Hikmet. Fakat uyarılar bir yarar
sağlamıyor.
41/Sad
38.20-
O'nun mülkünü güçlendirmiştik. Ona Hikmet ve anlatım
çarpıcılığı vermiştik.
54/İsra
17.39-
Bunlar, Rabb'inin sana Hikmet olarak vahyettiği
şeylerdir. Rabb'in ile beraber başka ilahlar kılma, yoksa
yerilmiş, kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.
62/Lukman
31.12-
Andolsun, Biz Lukman'a "Allah'a şükret" diye Hikmet
verdik. Kim şükrederse, artık o, kendi nefsi lehine şükreder.
Kim de küfre saparsa, artık (O) şüphesiz Gani'dir, Hamid'dir.
68/Zuhruf
43.63-
İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: "Ben size bir
Hikmet'le geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir
kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah'tan ittika edin
ve bana itaat edin."
75/Nahl
16.125-
Rabb'inin yolunda Hikmet'le ve güzel öğütle çağır ve
onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin
Rabb'in yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.
Medeni Sureler
1/Bakara
2.129-
"Rabbimiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara
ayetlerini okusun, Kitab'ı ve Hikmet'i öğretsin ve
onları arındırsın. Şüphesiz Sen Aziz'sin, Hakim'sin.
2.151-
Öyleki içinizde kendinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi
arındıracak, size Kitab ve Hikmet'i öğre-tecek ve
bilmediklerinizi bildirecek bir rasül gönder-dik.
2.231-
Kadınları boşadığınızda, bekleme sürelerini tamam-lamışlarsa,
onları ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın. Fakat
sınırları çiğnemeniz için zararlarına olmak üzere onları
tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o, kendi nefsine zulmetmiş
olur. Allah'ın ayetlerini oyun edinmeyin ve Allah'ın size
verdiği, nimeti ve size öğüt olsun diye indirdiği Kitab'ı ve
Hikmet'i anın.
Allah'tan ittika edin ve bilin ki Allah her şeyi Bilen'dir.
2.269-
Kime dilerse Hikmet'i ona verir. Şüphesiz kendi-sine
Hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir.Temiz
akıl sahiplerinden başkası tezekkür etmez.
3/Al-i
İmran
3.48-
"O'na Kitab'ı, Hikmet'i, Tevrtat'ı ve İncil'i öğretecek."
3.81-
Hani Allah nebilerden misak almıştı: "Andolsun size Kitap ve
Hikmet'ten verip sonra size beraberi-nizdekini doğrulayan
bir Rasül geldiğinde, O'na kesin olarak iman edecek ve O'na
yardımda bulunacaksınız." Demişti ki: "Bunu ikrar ettiniz ve
bu ağır yükümü aldınız mı?" Onlar: "İkrar ettik" demişlerdi de
"Öyleyse şahid olun, Ben de sizinle birlikte şahid
olanlardanım." demişti.
3.164-
Andolsun ki Allah mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara
bir Rasül göndermekle lutufta bulunmuştur. Onlara ayetlerini
okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitab'ı ve Hikmet'i
öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık
içindeydiler.
4/Ahzab
33.34-
Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve Hikmet'i
hatırlayın. Şüphesiz Allah Latif'tir, Haberdar'dır.
6/Nisa
4.54-
Yoksa onlar Allah'ın kendi fadlından insanlara verdiklerini mi
kıskanıyorlar? Doğurusu Biz İbrahim Ailesi'ne Kitab'ı ve
Hikmet'i verdik. Onlara büyük bir Mülk de verdik.
4.113-
Eğer Allah'ın fadlı ve rahmeti Senin üzerinde olmasaydı
onlardan bir gurup, Seni de saptırmak için tasarı kurmuştu.
Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiç
bir şeyle zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i
indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah'ın üzerindeki
fadlı çok büyüktür.
18/Cum'a
62.2-
O, Ümmiler içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini
okuyan,onları arındıran ve onlara Kitap ve Hikmet'i öğreten
bir Elçi'yi ba's edendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten
açıkca bir sapıklık içinde idiler.
20/Maide
5.110-Allah
şöyle diyecektir. "Ey Meryemoğlu İsa sana ve annane olan
nimetimi hatırla. Ben Seni Ruhul-kudus ile destekledim;
beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana
Kitab'ı Hikmet'i Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle
çamurdan kuş biçiminde oluşturuyordun da iznimle ona üfürdüğünde
bir kuş oluyordu. Doğuştan körü, alacalıyı iznimle
iyileştiriyordun. Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun.
İsrailoğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan
küfredenler "şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişti.
İsrailoğullarını senden geri püskürt-müştüm.
Müslüman Düşünce Tarihi'nde Hikmet Tasavvurları:
Elmalı Hamdi Yazır kelime üzerine 20 yi aşkın
görüşten sözeder:
1-
İbn
Abbas'a göre, Kur'an'da geçen hikmet, helal ve haram'ın
öğrenilmesidir..
2-
Eşyayı yerli yerince koymak
3- İlim
ve anlayış sahibi olmak, onun gereğince amel etmek
4-
Eşyanın künhüne vakıf olmak (İbrahim Nehai)
5-Cürcani:
"Hikmet, varlık dünyası hakkında insanın kendi gücü oranında
eşyanın hakikatlerinden sözeden ilimdir. İkiye ayrılır:
Sözlü hikmet şeriat ve tarikat ilimlerini kapsarken,
sözsüz hikmet Hakikat'ın sırlarını içerir. İlimleri
kitaplarından öğrenen bilginlere ve halk yığınlarına hikmetin
bu türü zarar verir, onları helaka uğratır."
Cürcan'nin tanımında "felsefe, ebedi mutluluğun
kazanılması amacıyla beşerin gücü oranında kendini ilahi
(vasıflara) benzeştirme çabasıdır" der.
6- Aklı
(düşünceyi) Allah'ın emrine tabi kılmak
7- İnce
anlayış (Şureyk:Fehm)
8-
Sünnet
9- Söz
ve fiilde isabet etmek (Mücahid)
10- İyi
olanı, kötü olana tercih etmek
11-Kur'an'i
Ahlak ile ahlaklanmak
12-Allah'a itaat, dini anlama ve onunla amel etmek
13-Hızlı
ve doğru karar verme kabiliyeti (Mutezile: Anlayış kuvveti ve
delil getirme
14-Basiret sahibi olma
15-Vesvese ile gerçek arasında doğruyu tercih etmek
16-
Sufiyye: İlmi Ledünni
17-Beydavi,
ulemanın Hikmeti şöyle tanımladığını söyler: "Nazari ilimleri
iktisap etmek ve yapabildiği kadar iyi, müstahsen ameller
işlemek, tam itiyadını kazanmak sayesinde, insan ruhunun
kemalini ifade eder."
18-İcad
kabiliyeti
19-Tahanevi
(1158/1745), hikmeti, Ameli Hikmet, Münzel Hikmet, Siyasi ve Medeni
Hikmet, Nazari Hikmet diye kısımlara ayırır. Hikmetin
Nebevi bir kaynaktan neş'et ettiğini ve islam dünyasında
"Meşşai" ve "İşraki" iki kola ayrılıp yayıldığını söyler. Akli
istidlal ve nazari bilgilere önem veren birinci kolu
Meşşailer'le birlikte Kelamcılar da temsil eder. İç
aydınlanma, keşf ve müşahede yolunu tutan ikinci kolun
temsilcileri ise Sufiler ve İşrakilerdir. Bunlar iç
aydınlanma ve riyazet ile gerçeğin bilgisine varmak isterler.
Tahanevi, felsefenin anlamının "Vacibu'l-Vucud'a benzemek"
olduğunu söyler.
20-Ragıb
ise "akıl ve ilimle hakka isabet edilmesi" ve eşyanın
bilgisine sahip olmak" şeklinde tarif etmiştir.
21-Felsefe'nin Hikmet'in yerini alışı
Guénon'da şöyle
anlatılır: "Pythagorascı gelenek eski Orfik geleneğin
yeni bir biçimde onarılmasıydı. Öte yandan, daha önce hiç
duyulmamış ve zararlı etkileri bütün Batı dünyası üzerinde
görülecek bir şey ortaya çıkmıştır: O zamandan beri "felsefe"
diye adlandırılan özel düşünüş biçimi. Felsefe kelimesi kendi
içinde zararsız bir kelime sayılabilir. Etimolojik olarak
kelimenin anlamı "Hikmet sevgisi" dir. Bu yüzden hem Hikmet'e
ulaştıracak hal, hem de bu "halden doğan ve bilgiye götüren
arayış" anlamına gelir. Daha sonra görülen "anlam sapması" bu
geçiş aşamasını kendi içinde bir amaç haline getirmiş ve
felsefeyi hikmetin yerine koymaya kalkarak Hikmetin gerçek
niteliğini unutturan ve tanınmaz hale getiren süreci
başlatmıştır. Böylece tamamen beşeri nitelikte, bu yüzden de
sadece akla bağlı "din dışı" felsefe diye tanımlanabilecek
şey ortaya çıkmış, akıl üstü, beşeri olmayan gerçek geleneksel
Hikmet'in yerine oturtulmuştur."
Hikmet'in
mutlak biçimi, Allah tarafından Peygamber'in kalbine ilka
edilen vahydir.. Vahyi getiren melek de, vahyi okuyan elçi de
ancak bir vasıtadır. Vahy, duyumlanabilir dünya hakkında olduğu
kadar, tarih, insanın enfüsi gerçekleri, varlık, kozmik düzen
ve fizik ötesi alem hakkında da bilgi ve haber verir. O
Hakikat'in kendisidir.
Rasuller bu ilahi hikmetin insanlara tebliğcisi olmanın
yanında beşeri vasıflarıyla da bir hikmet arayıcılarıdır.
Sünnet ile Hikmet arasında doğrudan ve zorunlu bir ilişki
kurarsak, ilk kuşak müslümanlar Peygamber'in sünnetine olan
saf bağlılıklarıyla hikmeti doruğunda yaşayan örnek
insanlardır. Ancak su, asıl kaynağından nasıl ki uzaklaştıkca
bulanıyorsa, zaman itibariyle nübüvvet çağından uzaklaştıkça,
müslümanların sözlü geleneğine giren şeytani yabancı, ilahi
hikmeti bulandırmaya başladı. Parıldayıp akan su bulanıklaştı.
Sünnet,
kendi dışındaki hikmet kaynaklarına dikkat çeker Bu tür
arayışları övmüş, taltif etmişlerdir.
"Hikmet
mü'minin yitiğidir, nerde bulsa alır." "Yalnız
iki hased edilmeye değer şey vardır bunlar da Allah'ın
kendisine vermiş olduğu Hikmetle hükmeden ve onu halka öğreten
kişidir." Bu
rivayet metninde hikmet, hükmetme bilgisi anlamında
kullanılır. Rasul,
Hz. Ali'yi "Hikmetin Kapısı" olarak
niteler.
Beşeri
bir düşüncenin doğrudan vahy ile bağlantılı, ona dayalı
olması durumunda müslüman hikmeti ile karşı karşıyayız
demektir.. Hikmet beşeri ve ilahi bilgi kategorilerinde
ortak adlandırmaya müsait bir kavramdır. Vahy ile öğretilen
bazı bilgiler Hikmet olabileceği gibi, insanın bu bilgilere
dayalı geliştirebileceği bilgilerin toplamı da müslüman
hikmetidir .
Hikmet
kaynaklanma farkıyla Kitap, Peygamberler, müslüman bilgeler,
sair öğreti sahipleri ve hatta sıradan deneysel bilgilere
kadar kullanım alanı bulabilen geniş bir kavramdır. Bu
kavramın sınır tanımaz dünyasında İlahi Hikmet, bütün
hikmetleri belirler, onlara kıstas olur, aynı zamanda ilham
kaynağı ve hareket noktası teşkil eder.
İlahi Hikmeti hemen salih amel, üstün takva, kesintisiz cehd, ilimde
rusuh alanında gösterdikleri başarılarla Müslüman Hikmeti
izler. İlahi Hikmet'ten en çok istifade edenler
bunlardır. Selim Akıl, kalb basireti onları Hakikat'in
Bilgisi'ne öylesine yakınlaştırır ki, onlara gelen takva
ilhamı peygambere ilka edilen tilavet olunur vahyle kesişir,
bilginin kaynak birliğini belgeler. Bu Hikmet bir akli cehde
ihtiyaç duymaksızın temiz fıtrat sahiplerinde bir meleke
olarak vardır. Marazi olmayan kalblerin fuadları
açıktır. Bu anlamda Kalbin hikmeti önemlidir. İlahi
Hikmetin okurunu yönelttiği kevni ayetlet üzerinde hikmetin
evrene açılan eylemsel boyutunu, deneysel hikmeti müşahede
ederiz. Hikmetten yoksun kainat okumaları evrende fesadı
artırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.
Müslüman tarihinde Kur'an'ın hikmetini izleyerek Hakikat'ı
arayan farklı eğilimlerin varlığını biliyoruz. Selefiler,
irfaniler, Meşşai filozof ve Kelamcılar, tabiat bilginleri ve
deneysel hikmetinin temsilcileri gibi. Müslüman hikmeti
vahyin yol göstericiliğinde insanoğlunun en meşru kalb ve
zihin faaliyetidir. En bariz vasfı, insanı ilahi vahyin öğrettikleri
ve haber verdikleriyle düşünmeye sevketmesi, varlığın nihayi
sorunlarını vahyi bir bağlamda ele almayı kaçınılmaz
kılmasıdır.
I- İLAHİ HİKMET
Bütün insanlık tarihi boyunca Allah'tan gelen Hüda'nın
Kur'an'daki kavramsal adı
Vahy,
Kitab,
Suhuf,
Ayetler'dir. Bu vahyin sonuncusu da
tahrib
edilmekten korunmuş olan Kur'andır.
Hakim
olan Allah'ın
hakim
kitabıdır.
Kısacası İlahi Hikmet'tir.
Allah, her insana fucur ve takvayı ilham eder.
Onu arındırıp temizleyen kurtulur, örtüp saran ise yıkıma uğrar.
Kendisine ilham edilen takvayı seçen hikmet sahibi nefs, İlahi
Hikmet'i seçmiştir. Böylece Kitap ve Hikmet bilgisi birleşir.
Kime de Hikmet verilmişse ona bol hayır verilmiş demektir.
Kur'an'da
hikmet, vahy, ilim, kitap, vahyedilen veya öğretilen bilgi
anlamında kullanılır. Bunun dışında sünnet, dinde fıkhetme,
derin bir kavrayışa sahip olma, nübüvvet, fıkıh, sözde ve
davranışta doğru ve tam isabet, akıl, ilim ve akılla saklı
gerçeği bulma, keşfetme, varolan herşeyin iç yüzünü tanıma,
marifet, irfan. Kur'an'ın doğru tefsiri, ilahi ahlakla
ahlaklanma bilgisi, nur anlamlarına da gelir.
Hikmet
öyle bir şeydir ki, ona sahip olan büyük bir hayr'a da sahip
olmuş olur. Bu hayr öyle bir şey olmalıdır ki, örneğin Allah
yolunda çağrı yaparken, bu hassaya/bilgiye/özelliğe sahip
olunması istenmektedir. Özlü sözleriyle bilinen büyük hekim
Lokman ise hikmet sahibi kişilik olarak anılmaktadır. O halde
hikmet, -kişiye verilen bir hassa- dır. Ve bu özellik o
kişinin seçkinliğinin nedenidir. Bakara 129 Hikmet'in Kitap'dan
ayrı bir şey olduğunun delilidir. "Kitabı ve Hikmeti öğreten"
kalıbı, klişe halinde Kur'an'ın farklı yerlerinde geçmektedir.
Ahzab 34 de Ehli Beyt'e hitaben "evlerinizde okunan Allah'ın
ayetlerini ve Hikmet'i anın" denilmektedir. Allah, İmran 81 de
yeminle "Bütün Peygamberlere Kitap ve Hikmet verdiğini"
söylemektedir. Peygam-berimiz ümmetinden kendilerine
indirilen Kitabı ve Hikmeti anmalarını istemektedir. Bakara
231: İsa'ya da Kitap, Tevrat ve İncil'le birlikte
Hikmet öğretilmiştir. (İmran 48, Maide 110).
İbrahim'in
soyuna Kitap'la birlikte Hikmet verilmiştir (Nisa 54).
Müşrikler gözleriyle devirmek istedikleri peygambere zarar
veremeyeceklerdir, zira Allah ona Kitap ve Hikmet vermiş ve
ona bilmediklerini öğretmiştir (Nisa 113).
İsa
kavminin ayrılığa düştüğü hususlarda onlara Hikmetle gelmiş (Zuhruf
63) ve Davud'a da mülk, anlatım çarpıcılığı ve hikmet
ayrı ayrı verilmiştir (Sad 20). Hikmetin verilmesi burada asla
vahyin verilmesi değildir. Hikmetin verilmesiyle kasdedilen
şey, tıpkı Hadid suresinde geçen "demirin indirilmesi"
tabirindeki anlamdır. Bizler "Allah bu kuluna zenginlik, ilim
vermiş" dediğimizde Sünnetullah dairesi dışına çıkılarak
gökten zenginlik veya ilim indiğini kasdetmeyiz. Kişinin
zengin ve ilim sahibi olmasının yolları vardır ve bunlar
eşyaya konulmuş olan kanunlara tabidirler. Bu kanunlara tabi
olunarak elde edilen zenginlik kesbidir. Kelimenin bu anlamı
taşıdığının son iki kanıtı Kamer 5 ile İsra 39 ayetleridir.
Yani geçmiş ümmetlerin başından geçen olaylar, bizim için "gayesine
varan ibretler" olarak sunulmuştur. Yani denilir ki: "Biz bu
ümmetlerin yaşadıkları hadiseleri boşuna anlatmadık. Bunların
bir gayesi vardır. Bu gaye Allah'ın vadinin hak olduğunu siz
kullarına açıkça göstermektir. Bu gayeye, bu ümmetlerin
başından geçen olaylardan daha iyi ulaştıracak hiçbir vasıta
bulunamaz. Zira bu hadiseler tarihsel gerçeklerdir ve ibret
almak isteyenler için kesin delillerdir." Yani bir amaç-araç
sebeb-sonuç ilişkisinden bahsedilmektedir.
İsra
38-39 da "Bunlar sana Rabb'inin Hikmet olarak vahyettiği
şeylerdir" denilmektedir. Ayetin aslına bakıldığında, bu
emirlerin gerekçelerinin de beyan edildiği görülür. Örneğin "elini
boynuna bağlayıp kalma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır,
hasret içinde kalırsın" denilerek, bu emre riayet etmemenin
sebeb olacağı sonuç açıklanmaktadır. Bu ayette bir illiyet
ilişkisinin varlığı görülmektedir.
Müfessirler En'am 89, Şuara 83 ve Meryem 12 de geçen hükm
kelimesi ile Yusuf 22 deki "hükmen" ve "ilma" ve Duhan 4 deki
emrin hakim tabirlerini de Hikmet olarak yorumlamaktadırlar.
Ancak bu ayetlerde Hikmet kelimesi orjinal biçimiyle
kullanılmadığı için, bu ayetlerin doğrudan Hikmetle ilişkili
olduğu söylenemez.
İlim
adamları tarafından kavrama getirilen yorumların büyük bir
kısmı doğrudur ve gerçeğin bir yönüne işaret etmektedir. Biz,
Hikmet kelimesinin özünde yatan anlamı şöyle tanımlıyoruz:
Hikmet; sebeb-sonuç ilişkisinin doğru bir biçimde kurulması
ve bunun tezahürüdür. Eğer Hikmet buysa, hayatın bilgisi de
Hikmettir. Hikmet, hayatın bilgisi veya eşyayı tanımak ve
eşyanın özünde gizli sebeb-sonuç ilişkisine vakıf olmak
demektir. Yani Hikmet, "nasıl" ın bilgisidir Hikmeti Allah
dilediğine verir ve bu kişiler de büyük bir hayra ulaşırlar.
Zira onlar bilge kişilerdir, hayatı tanımaktadırlar ve olaylar
karşısında alacakları tavrı gayet iyi bilmektedirler. Bu
hassaya ise ancak dünyayı ve hayatı tanıdıkları için sahip
olmuşlardır. Hakim kişi anlayışlı, akıllı ve dirayetli
olmalıdır ki bilgelik özelliği kazanabilsin ve insanlar ona
danışma ihtiyacı duysunlar. Hakim kişi eşyanın kanunlarını
bilsin ki önderlik yapabilsin. Hakim kişi siyaset bilmelidir
ki toplumu yönetebilsin.
İşte Peygamberler böylesi özelliklere sahip insanlardır ve bu
yüzden onlar hikmet sahibidirler. Denilmektedir ki Hikmet
Peygamber'in sünnetidir. Doğrudur, Hikmet O'nun Qur'an
ayetlerini hayata uygulama ve hayatı o yönde dönüştürme
yönünde getirdiği yorumlar ve uygulamaların tümüdür. Gerçekten
bu en büyük hikmetlerden biridir. Bu yüzden Peygamberler
ümmeti için güzel bir örnek değil midir ki Allah da bu ümmete
"Peygamber'e verilen Kitabı ve Hikmet'i anmaları" emrini bu
yüzden vermiştir. O herkesten önce "nasıl"ın bilgisine vakıf
olmalı ki, örnekliği takip edilebilsin..
II-BEŞERİ HİKMET:
1- Nebevi Hikmet:
Kur'an kendi Elçisini "Büyük bir ahlak üzere
yaratılmış" "insanlar
için bir örnek" olarak takdim eder. Kur'an'ın olunmasını
istediği insan tipinin en seçkin şahsiyeti Muhammed a. dır. O'nun
vefatı ile birlikte "Risalet Kurumu" noktalanmıştır. Böylece
Allah'ın tarihe vahy'le müdahale dönemi kapanmıştır. O
yaşadığı müddetce Kur'an'ın tebliğcisi oldu. Kur'an'daki emr
ve yasakların ilk muhatabı olarak kendini bildi: "De ki, Ben
müslümanların ilki olmakla emrolundum." Kitap nedir, iman
nedir bilmez Mekke'nin ümmi ama erdemli bir ferdine Kur'an
bir dünya görüşü armağan etti. Bu dünya görüşünün Kur'anda ki
kavramsal ismi "Hikmet" tir. Kur'an "Kime Hikmet
verilmişse ona çok şeyin verilmiş olduğunu" söyler.
Peygamberleri "rasul" kimlikleri yanında ondan
ayrılmaz bir sıfat olarak "kul" sıfatı ile de vasıflandırmak,
müslüman imanının temel bir rüknüdür. Bu bağlamda
İsa Rasül de dahil olmak üzere hiçbir Elçi diğerinden tefrik edilmez.
Kur'an, bir çok elçinin ağzından onların toplumlarına "Bende
ancak sizler gibi bir beşerim" dediklerini hikaye eder.
Onların "Beşerden, kendileri gibi yiyip içen birinden" Rasül
olamayacağı iddialarına rağmen, elçiler bu cümlenin altını
çizerler. Gaybın anahtarlarının yanlarında olmadığını, ancak
kendilerine vahyedilene tabi olduklarını söylerler. Onlar
haytta iken, kendi kimlikleri ile ilahi kimlik arasındaki
kesin ayrılığı inanırlarının zihnine özenle nakşetmişlerdir.
Diğer değimle kendi söz ve davranışları ile İlahi Hitap olan
vahyin ayrımını...
İstişare toplantılarında Rasül'ün görüş beyanı
ardından arkadaş-larının/öğrencilerinin "Bu sizin re'yiniz mi
yoksa vahy midir" sorusunu yönelttikleri rivayetleri
bilinmektedir. Toplumsal sorumlulukların, sorumlu bireyler
arasında danışıp görüşme ile çözülmesini emreden Kur'an
ayetini işler kılabilmek için bu gerekli idi. Daha güzel bir
çözüm içinde beliren kişi, eğer Rasül'den gelen öneri ilahi
vahye dayanmıyorsa bunu ortaya koyabilmeliydi. Rasül a. da
bunun için en güzel ortamı onlara hazırlamıştır.
Kur'an'ın
"Allah'a ve Rasülüne itaat'ı" emreden ayetlerinin en tutarlı
anlamı: "De ki Allah'ı seviyorsanız bana itaat edin" ayeti
kapsamında anlaşılabilir. "Muhammedi Vahy" ile tanışmış bir
insan için, O'ndan müstağni kalarak Allah'a gidilebilecek bir
yol yoktur. Ümeyye b. Ebi Salt bu nedenle kaybetti.
Çünkü Rasul'ün getirmiş olduğu Kur'an hevasından değil, ancak
bir vahy sözleri idi. Bu nedenle Rasul'e itaat, O'nun ağzıyla
sunulan İlahi vahye itaat çağrısından başka bir şey değildir.
Kur'an'ı tanımaksızın Allah'a itaat edilebileceği iddiasıdır
burada yıkılmış olan. Mamafih O bir işte azmetti mi, yani
vahye dayandı mı, artık onun görüşleri önüne görüş konulamaz,
O'nun (Vahyin) sesi önünde sesler yükseltilemez, O ne verdi
ise alınır, neyden sakındırdı ise sakınılır.
Kur'an,
Rasul'e "İbrahim'in Milletine" tabi olmasını tavsiye
etmiş, O'nda güzel bir örnek bulunduğunu belirtmiştir. Hz.
Rasül vahyin sukut ettiği alanlarda ya da vahyin irşad edip
ayrıntısına girmediği konularda ya da vahyin gerçekleştirmeyi
amaçladığı hedeflere muvafakat noktasında toplumunun örfüne,
insanların güzel gördükleri şeylere bağlı kalmıştır.
A- Qur'an Öncesi
Arza
halife olarak yaratılan Adem ve Eşi cennette yaşanan
mizansenin ardından arza indirildi. Yeryüzünde onlar için
belli bir vakte kadar yaşam sürecekti.
Sınavı yitiren İblis'te aynı süre yaşatılma güvencesini ilahi
bir hikmet gereğince Allah'tan aldı.
Bu
süreyi kendisini İlahi rahmetten kovulmasına vesile bildiği
insanları saptırmak için kullanacağına yemin etti: "...senin
Müstakim Sıratına oturacağım. Önlerinden, arkalarından,
sağlarından, solların-dan onlara sokulacağım, Onların çoğunu
şükretici bulamayacaksın. "
"Tümünüz
oradan inin. Artık ne zaman size benden bir hidayet gelir de
kim benim hidayetime uyarsa, onlar için ne bir korku vardır,
ne de onlar mahzun olacaklardır."
Başlangıçta tek bir ümmet olan Adem'in çocukları,
şeytanın yanlarına sokulup onlara verdiği iğva nedeni ile bağyedip
fırkalara bölündü. Allah
ise insanların velisidir. Her bozulma ardından onları
karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Kimileri ise Şeytana tabi
olup Tağut'u veli edindiler. Böylece karanlığı yeğlediler..
Allah cehennemi Şeytana tabi olanlarla dolduracağını beyan
etti. Bu,
özel cennette "Bu ağaca yaklaşmayın" buyruğu ile başlayan
senaryonun tekrarıdır. Ancak
Adem gibi Tevbe'yi tercih edenler,
hüsrana uğrayanlardan müstesnadır.
Nuh Öncesi:
Nebevi
Hikmetin, ister ilahi ister beşeri karekteri olsun Nuh
öncesi hakkında zanna dayanmayan bir bilgiye sahip değiliz.
Binlerce yıl vardır.
Buhari'de geçen bir hadise göre
Adem ile Nuh arasında 10 asır vardır ve bu uzun
zaman içinde yaşayan insanlar müslümandır.
Karn
kelimesinin etimolojisi üzerinde duran
İbn Kesir bu
süreyi 1000 yıl olarak saptar. Yunus 9 da "İnsanlar tek bir
ümmet idi, sonra anlaşmazlığa düştüler" denir. Bakara 213 de
Peygamberlerin ihtilaflar üzerine gönderilmeye
başlandıklarını söyler.
"Gördün
mü ya, Allah nasıl bir temsil yaptı: Kelimeyi Tayyibe, kökü
yerde sabit ve dal budağı gökte olan hoş bir ağaca benzer. Bu
ağaç Rabb'inin izniyle, Allah her diledikce yemişini verir.
Allah insanlara böyle misaller verir ki, iyice düşünüp ibret
alsınlar. Kelimeyi Habise ise, arzdan gövdelenmiş meyvesi kötü
bir ağaç gibidir ki onun bir kararı yoktur."
Kur'an
o dönemlerde meyvesini veren temiz kelimenin hikayesine yer
vermiyor. İlahi Hikmet'te adından söz edilen İdris'in
yaşadığı yer, tarih ve tarihsel kişiliği ise yoğun sislerle
örtülü.
Eğer
antik geleneklerin altın çağının tarihin başlangıç safhasına
tekabul eden bir temeli varsa bunu tek ümmet olunan dönem
olarak anlayabiliriz. Gelenek ilk Hikmet öğretmeni İdris'i
Adem sonrası ilk Peygamber olarak da gösterir. Tufan'dan
önce neşet eden bütün ilimler ve hikmet İdris'den neşet
eder. Doğrusu Hikmet tüm Peygamberlere nisbet edilebilir.
İdris, Süleyman,
Musa ve diğerleri. Lukman'da
hikmet verilenlerdendir. İsra 55 peygamberler arasında tafdil'den
söz eder.
El-Kıfti
şöyle der: "Bilginler, önceleri kimin ilk defa Hikmet'ten söz
ettiğini, matematik, mantık ve tabiat ilimlerinden kimin
bahsettiği konusunda ihtilafa düştüler ve herkes hikmetin
kendi kavminin malı olduğunu öne sürdü. Oysa bunların hiçbiri
doğru değildir, bundan ilk bahseden İdris'dir."
Suhreverdi, İdris'den
şöyle bahseder: "Bil ki, Hikmet Adem a. ile başlamış ve
O'nun soyundan Seth, Hermes yani İdris ve Nuh
a. ile devam etmiştir. Çünkü dünya hiçbir zaman tevhid ve
ahiret ilminin kendisine dayandığı bir kişiden yoksun kalmaz.
Ve bunu dünyanın her tarafına, çeşitli ülkelere yayan,
açıklayan ve gerçek abidlerin üzerinde gösteren en büyük kişi Hermes'tir. O, filozofların babası ve ilimlerin
üstadlarının üstadıdır."
Antik
Hind,
İran,
Mısır ve
Yunan yazmalarında yer alan
Hermes
kimdir? Hermes konusundaki rivayetleri doğrulama
imkanımız yok. Müslüman geleneğinin Hermetik Felsefenin kaynağı
olarak gördüğü bu kişi hakkında üç ayrı saptama vardır:
"I.
Hermes: Hirmesi'l-Haramisahi: Bazılarınca Gayomarth'ın
sülale-sinden geldiği ve Uhnuh ve İdris'le aynı
olduğu kabul edilmiştir. Bu Hermes gökler hakkında bir
tür bilgiye sahip olan ve insanları tıp konusunda eğiten ilk
kişi olarak görülmüştür. Ayrıca alfabe ve yazıyı bulduğuna ve
giyinmeyi insanlığa öğreten kişi olduğuna inanılırdı. Yine
Allah'a ibadet için evler yapan ve Tufan'ı önceden haber veren
oydu.
II.
Hermes: Babilli Hermes: Tufan'dan sonra Babil'de yaşadı.
Tıp, Felsefe ve sayıların özellikleri hakkında derin bilgisi
olan bu Hermes, Tufan'dan sonra ilim ve felsefeyi
canlandırdı. Nemrud'dan sonra Babil'i yeniden kuran ve
orada bilimi yayan yine oydu. Aynı zamanda
Pythagoras'ın
öğretmeniydi.
III.
Hermes: Mısırlı Hermes: Fustat yakınlarındaki Menef'te doğdu.
(Burası İskenderiye'den önceki bilim merkeziydi) ve
Agethedemon'un öğrencisi oldu. Asklepius'un da
hocasıydı. Aralarında Urfa da bulunmak üzere bir çok kent
inşa etti ve bir çok geziler yaparak her iklimin halkı için
kendilerine özgü şartlarla uygunluk içinde gelenekler
yerleştirdi. İtalyanlar hakkında bir kitap yazdı ve tıp,
felsefe ve simya ilimleriyle zehirlerin özellikleri konusunda
da üstaddı. Hilal'in ilk görünme, güneşin her bir burca girme
ve mutlu astrolojik birleşim zamanlarında şenlikleri düzenledi.
Bilim, felsefe ve adaletin önemi hakkında bazı özdeyişler
bırakmıştır."
Hermes'i "Ebu'l-Hükema" görüşte öğrencisi Muhammed
Şehrazuri, Sühreverdi'yi izledi.
İşraki felsefe Hermes,
Platon ve
Zerdüşt'ü birleştirdi.
Hermetik Öğreti bir koldan Asklepius,
Pythagoras
ve Platon ile Yunanlılara, diğer koldan Gayomarth,
Feridun ve Keyhusrev ile İranlılara geçti.
Her
insan topluluğuna kendi dilini konuşan bir peygamber
gönderilmiş olması bir gerçek olmakla beraber, uzak coğrafi
bölgelerde tek merkezden dağılarak oluşan kavimler içinde
çıkan bu Peygamberler de Nuh,
İbrahim,
Musa,
İsa ve Hz.
Muhammed gibi Ulu'l-Azm Peygamberlerin tebliğ ettikleri tevhid
inancını te'yid edip öğretmiş diğerlerinden farklı -özellikle
onlarla çelişen- bir şey söylememişlerdir.
Ebu'l-Hasan
Muhammed b. Yusuf el-Amiri "el-Amid ale'l-Ebed" adlı
kitabında hakim olarak nitelenen insanın Lukman olduğunu
söyler. "Sıvanu'l-Hikme'de verilen bilgilere göre Lukman,
Davud'un çağdaşıydı. Şam bölgesinde yaşıyordu. Yunanlı
Empedokles ondan hikmeti aldı ve Yunanistan'a dönünce
kainatın yaratılışından söz etmeye başladı. Yunanlılar da
Lukman'la sohbetinden dolayı onu hikmetle tavsif ederlerdi.
Onlarda hakim olarak nitelenen ilk insan
Empedokles'dir.
Yunanlılarda ikinci hakim
Pythagoras'dır. Çünkü o da
hikmeti Süleyman'ın izleyicilerinden almış,
geometriyi de Mısırlılardan öğrenip Yunan'a getirmişti.
Pythagoras'un
Süleyman'ın izleyicilerinden aldığı
başka şeyler arasında tabiat ilimleri ve ilahiyatta vardı.
Ancak kendisi müziği ve sayı ilmini geliştirdi. Böylece bu
ilimleri Nübüvvetin Mişkatinden aldı.
Davud'un çağdaşı kabul edilen Lukman ile tufanı
haber veren İdris arasında muazzam bir zaman farkı
vardır ki, ille de ikisinden birini hikmetin ilk öğreticisi
kabul etmek gerekirse bu durumda işin içinden çıkılmaz.
Lukman tamamiyle bir sembolik adlandırma da olabilir.
Dünyanın Doğusunda Hikmet'in Mezopatamya, Mısır, İran, Hint ve
Çin gibi belli başlı merkezlerde geleneksel öğretiler
şeklinde tezahür ettiği görülür.
Hikmetin Batı'da görülen Yunan kolunda ise bu Doğulu ve dini
karekteri ancak
Pythagoras'a kadar korunabilmiş, ondan
sonra, özellikle
Sokrates,
Platon ve
Aristoteles
ile Yunan düşüncesi ve ilimleri farklı bir kimlik kazandı.
Kimi
yazarlara göre Hikmet Yunana İtalya üzerinden geçti. Bu
Sicilya ve Roma'da da bazı kültür merkezleri olduğunu gösterir.
Ayrıca Amerikan kıtasında İnka, Aztek ve Maya uygarlıkları da
unutulmamalı.
b)Nuh'dan Sonra:
Aristoteles
felsefesinde Risalet tasavvuru yoktur. Oysa tarih
Peygamberlerle doludur. İnsanın ipek böceği gibi etrafına
ördüğü kozalağını tıklatıp onu hikmete çağırırlar. Belki 124
bin elçi.
Bugün
mutlak Hikmet'i elinde bulunduran yegane uygarlığız. Üzeri
örtülememiş Kitab'ı yalnız biz taşıyoruz. Son Rasul, insanlık
tarihi içinde türedi bir düşüncenin temsilcisi değil, Risalet
zincirini tamamlamaya gelen türünün son halkaydı. Tüm dünya
halkları Kur'an'ın, "tevhid kelimesi" üzerinde birleşmeye
yaptığı çağrıyla karşı karşıyalar. Kutsal Kitapların Doğru
Okuma Klavuzu olan Kur'an, bizi "İbrahim'in hanif geleneğine"
davet ediyor.
İbrahim'in hanif dini... O'nun kutsal şemsiyesi, fıtratına
dönmek isteyenler için bir imkandır, bir fırsattır. Tüm kadim
gelenekler - ister ismen onu tanıyan Yahudilik ve Hristiyanlık
olsun, isterse Zerdüşt, Maniheist,Taoist, Brahmanist olarak
adlandırılan Sabilik gibi köklü tegayyura uğrayan dinler
olsun- O'na dönmekle ,yabancı bir dine değil, gerçek
dinlerine dönmüş olacaklardır.
Son
halkada yer alan Sabilik de dahil hepsinde Mutlak Hikmet'ten
nisbi gerçeklikler vardır kuşkusuz. "Dinlerin aşkın birliği
fikri" nde islam inancıyla örtüşseler bile bir çok Kur'an
okurunun haklı eleştirilerinde ifade edildiği gibi önemli
sapmaları bünyelerinde taşırlar. İslam tasdik edici olduğu
kadar tashih edicidir de. "Tahribata uğramış hurdalarla" bir
arada tutulamaz. Guénonyen açıklama'nın Rönesans öncesi ve
Avrupa-dışı olsun da ne olursa olsun, bütün Doğulu kültürlere,
geleneksel öğretilere karşı takındığı toptancı olumlu tavrı
çağdaş müslüman düşüncenin eleştirmesinden tabii bir şey
olamaz.
Hikmet,
doğru düşünme temeline dayalı insani düşüncedir. Guénonyen
geleneğin "genel hikmet" ile "hümanizm" arasında ayrım
yapmadığının farkında olmak lazım.
İsa'ya karşı koyan
yahudi "Eğer gelenekse doğrudur" diyen atalar dinine tabi idi.
Bugün
felsefi karekteri ve tarihsel tezahürleri üzerine çeşitli
bilgilere sahip olduğumuz muharref dinler, kadim mezhepler,
felsefi okullar ve manevi öğretiler "muharref hikmet"
örnekleridir.
Mezopatamya'da Babil ve Keldani hikmeti ve Sabilik, Mısır'da
Ahen-Aten, Amob-Ra ve sonraki dönemlerin irfan okulları,
Yeni-Platunculuk, İran'da Mecusilik, Mazdek,
Zerdüşt
doktirini ve Maniheizm, Hint'te Brahmanizm ve Budizm, Çin'de
Taoizm ve Konfuçyüs, hatta Japon kadim dinleri ile Latin
Amerika'daki eski kültür ve medeniyetlerin tümünde ilahi
hikmetten izler bulunur.
Yunanistan'da Pre-Sokratik filozoflarda, nihayet
Aristoteles'e varan felsefe geleneğinde de aynı etki
sözkonusudur. Modern zamanların pozi-tivizminde ilahi hikmet
kovulmuştur.
B- Yaşayan Qur'an
Peygamber
sünneti olmaksızın ne vahyin hakikati anlaşılabilir ne de
Allah'ın öğrettiği doğru bilgi ve Hikmet'e ulaşılabilir. Rasul
insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Büyük bir ahlak öğretmeni.
Allah'ın tarihsel planı için biçilmiş kaftan. Risalet sonrası
dönem O'nun ölümüyle başladı. Hayatın bütün alanlarına
Hikmetin damgası O'nunla vuruldu. Siyasal, ekonomik, toplumsal
öğretiler.. Hikmeti baliğa'yı anlattı Kur'an.
İnsanlara Allah'ın ayetlerini okudu, onları arındırdı, Kitabı
ve Hikmeti öğretti . Yaşayan
Kur'an rivayetlerin arasında değil, bizzat Kitab'ın satırları
içinde her okundukca yeniden diriliyor ve aramızda, içimizde
yaşamaya başlıyor.
C- Qur'an Sonrası
Şatibi'nin
formule ettiği gibi "Nebevi Hikmet" Kur'an'dan kökenlenir. İmam
Şafii ise sünneti Hikmet olarak
tanımlar ve ona bağımsız bir teşri yetkisi tanır. Muhammedi
Sünnetin bugün ifade ettiği anlamı saptamak, tarihsel
nasıllığını netleştirmek müslüman hikmet geleneğinde bir seri
disiplinin doğmasına sebeb vermiştir. Kur'an öncesi
Rasulleride Nebevi Hikmet'e aktararak, Kutsal Kitap
tahlillerini de buna eklemelyizi.
2- Cehdi Hikmet:
A-Genel Düşünce Tarihi
Genel
Düşünce Tarihi üzerinde konuşan kişinin objektiviteden söz
etmesi anlamsızdır. Araştıran özne olduğu sürece her zaman
bir öznelliğin bulunacağı açıktır. Nesnelliğe ancak Münzel
Hikmetin parametreleriyle yaklaşılabilir. O da bize
Lineer değil Çevrimsel bir Tarih öğretisi sunuyor.
İşte tarih öncesi MEBDE TEORİLERİ:
Zaman
kavramları, tarih felsefelerini temellendiren merkezi bir
konudur. Rönesans Kültürünün ürünü olan 17. yy. ilerleme
inancının aksine Çin-Hind-İran hatta antik Yunan'da bile
tarihin izlediği tabii seyirde iyi'den kötü'ye, saflık'tan
bozulmaya doğru bir gidiş gözlemlenir. Başta Hint ve Yunan
tarih anlayışına göre, insanlık 8000 yıldan beri "Karanlık Bir
Çağ" içinde yaşamaktadır. Hindu öğretisine göre, Manvantara
adı verilen bu insan çevrimi dört ana döneme ayrılır. Bu dört
dönem de başlangıçtaki Ruh'un gittikce karardığı pek çok
aşamadan oluşur ki, saflık Altın Çağ'dır. Bunu Gümüş Çağı,
onu da Bronz Çağı izler. İsa'dan 6 bin yıl öncesinden
itibaren girdiğimiz karanlık çağ ise geleneğe göre Demir Çağ'dır.
Hint öğretisinde Demir'in sembolize ettiği Karanlık Çağ
Kali-Yuga olarak isimlendirilir. Guénon'un verdiği bilgilere
bakılırsa, Hrıstiyanlıktan önceki 6. yy. da insanı kapsayan
çok sayıda önemli değişiklikler oldu.
Sözgelimi Çin'de öğreti ilkel çağlarda bir bütün olduğu halde
bu aşamada birbirinden kesin sınırlarla ayrılmış, iki
parçaya bölünmüştür. Bir yanda seçkinlerin katıksız
metafizikle düşünsel nitelikteki geleneksel ilimleri
uzlaştıran Taoizmi, öte yandan hiçbir ayrım gözetmeksizin
bütün halka seslenen, genel olarak gündelik ve toplunmsal
uygulamaları kapsayan Konfüçyanizm. Yine
Guénon'a göre,
Persler arasında da Mazdekçilik'in buna benzer bir işlemden
geçtiği söylenebilir. Artık devran, son
Zerdüşt'ündür.
Hindistan'da ise bu dönem Budizmin doğuşuna tanık olmuştur.
Daha batıya gelirsek, bu sıralarda Yahudiler'in Babil'deki
tutsaklık dönemini yaşa-dıklarını görürüz.
Yine
aynı dönemle, Roma için "efsanevi" dönemin bitip "tarihi"
dönemin başladığı aynı tarihlerde Kelt Halkları arasında da
önemli kıpırdanmalar başlar.
M. Ö.
8. yy. da yaşamış
Hesiodes'in teogonisinde yaratılış
Kaos'la açıklanır. Kaos, yeri ve göğü meydana getirdi. Bu
ikisinin kucaklaşmasından diğer varlıklar doğdu. Bilinen Grek
Mitolojisinde daima iki merkezi konu var ki, bunlardan biri
tanrıların doğuşunu ve menşeini araştırır (Teogoni), diğeri
evrenin doğuşunu ve meydana gelişini (Kozmogoni).
Felsefe
kelimesi Homer ve
Hesiodes'un dönemine kadar
sözlüklerde dahi geçmiyordu.
Yunan
mitolojisini, teogoni ve kozmogonisini bize aktaran
Hesiodes, zamanın dört devir geçirdiğini söyler. Titanlardan
Promethe'nin Zeus'a başkaldırma
amacıyla yarattığı insanın sadece erkeklerden meydana gelen
ilk dönemi Altın Çağ'dır. Kadının henüz dünyada olmadığı
-sonraları Zeus insana düşman olarak kadını yaratacak-
bu devir sonsuz bir mutluluk devridir. İnsanlar bu devirde
üzüntüyü tanımadan tanrılar gibi yaşadılar. Ancak bu dönemi "Gümüş
Çağı" izledi. İnsanlar biraz bozuldu. Altın çağın insanlarına
göre daha aşağı ve zayıf varlıklar oldular. Tunç çağı ile
başlayan 3. dönemde Zeus, kendisine başkaldırmak üzere
yaratılan ve Promethe tarafından çalınıp kendisine
ateş verilen insandan intikam almak ve onu sonsuz belalara uğratmak
üzere "kadın"ı yarattı. İnsanlar bu devirde savaş tanrısı
Ares'e tabi olmaya ve birbirlerini boğazlamaya
başladılar.
Son ve
halen içinde yaşanılan dönem ise Demir Çağı'dır ki, karanlığı
temsil eder. İnsan bu çağda demiri kullandı, dev adımlarla
ilerledi ve kendi aczini unutarak tanrılara başkaldırdı.
Yunan
Düşünce Hayatı, Yunan Tanrılarının sıkı kontrolü altında
teşekkül eder. Tanrılar hayata müdahale eden zorbalardır.
Aralarında da şiddetli bir geçimsizlik vardır. İnsanı
kıskanan, çekemeyen, başarısını istemeyen tanrılar. Bütün
beşeri vasıfları görürüz onlarda. İnsan Ateşi çalan
Promethe ile özgürlüğünü de çalmış olur onlardan.
Zeus göktanrısı
olduktan sonra Titan adıyla anılan tanrılarla çetin savaşlara
girişerek baş-Tanrı mertebesine yükselmiştir. Bu safhalar
Hesiodes'in teogonisinde ayrıntılarıyla anlatılır.
Homeros'un İlyada'sında tanrılar da neredeyse insanlar
gibi, olayların yaratıcıları değil,
Homeros'un
kahramanları gibi dünya ve tarih sahnesinde birer aktör
konumundadırlar. Yine buradaki tasvire göre kahramanların
başarılarının tanrılarınki ile bir dereceye kadar boy
ölçüşebileceği söylenir.
Tanrılarda, Tabiat yasalarına bağlıdır. İnsanla mücadele
ederler. Akıdesi, şeriatı yok. İnsanları yaratmamışlardır,
onların mutluluğundan da sorumlu değildirler.
Homeros'a
göre onları cezalandırabilen insan gündelik işlerini
düzenlemede tanrılardan yardım almaz, kendi başına özgürdür.
Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi yok.
Homeros'ta ahiret
inancına rastlanmaz.
Hesiodes ise ahiret fikrini ön
plana çıkarır. Hayata ve doğaya müdahalesi olmayan tanrılar
sistemi.
Hesiodes'un Karanlık Çağ'ı, modern zamanlara göre tarih'in
başladığı dönemdir ve klasik uygarlığın başlangıcına tekabul
eder, bundan öncesi ise efsaneler dönemidir. Modern
zamanlarda yalnız Batı tarihini merkeze alan keyfi tarih
dilimi yapıldı.
1.
Antik Çağ: Roma İmparatorluğunun yıkılışına kadar sürer.
2. Orta Çağ:
1453'te İstanbul'un fethine kadar sürer.
3. Yeni-Çağ-Yakın
Çağ
4. Modern Çağ
a)Uygarlıklara Göre:
Batı'ya indeksli
Modern Üniversiteler Felsefe ve Düşünce Tarihini Yunan'la
başlatırlar.
Ne ilk yazı
Yunan'da ortaya çıkmıştır, ne de ilk düşünen insan. Bu ayrım
Sokrates,
Platon,
Aristoteles, Roma Felsefesi,
Hristiyan Felsefesi,
Descartes,
Spinoza,
Kant,
19. yy pozitivist felsefesi vb. son tahlilde Avrupa'nın
düşünce tarihinde ortaya çıkan temel kıstaslara dayalı
yapılmaktadır.
İslam, Avrupanın
gelişmesine yardım eden "bir ara dönem" dir yalnızca.
Thales-Aristoteles
Dönemi: Yunanlı insanın hikmeti
kaybettiğini ilk kez
Pythagoras farkederek, kendi
dönemindeki düşünce şekillerinin hikmetten çok hikmet
sevgisine dayalı olduğunu söyler. Mezopatamyadan Mısır ve
Küçük Asya üzerinden Yunan'a geçen ve vahy temeline değil de
hikmet temeline dayalı düşünce şekillerini kapsayan felsefe
bu dönemde giderek sekuler tohumlarını verdi. Yunan
tanrılarına karşı insan aklının başkaldırısı, felsefi söylemin
önemli konuları arasında yer alır ki, bu, din-felsefe
çatışmasınında başlangıcıdır.
Aristoteles
- Descartes Dönemi: Latin-İbn Rüşdcülüğünün din-felsefe,
din-bilim çatışmasında önemli bir araç olarak kullanıldı.
Aristoteles ile başlayan sapma Hristiyanlıkla iyiden iyiye su
yüzüne çıktı. Hristiyan teolojisi din-felsefe ilişkisini
akıl-vahy çatışmasına dönüştürmüştür. Sonuçta
St.
Augustinus ve
St. Thomas'ın öğretileri dikkate
değer çabalar olarak Hristiyan teolojisinin en güçlü ve
anlamlı iki halkasını teşkil eder.
Descartes -
19. yy. Arası Dönemi: Çifte Gerçeklik dönemi. Artık din
ile felsefe iki ayrı ve bağımsız alan oldu. Fizik-metafizik,
ruh-madde, akıl-din, numen-fenomen, din-dünya, kilise-devlet
ayrımı kemikleşti. Hümanist kültür ve sanat, kartezyen
felsefe, rasyonalizm, fizik dünya ötesi herşeyi reddeden
pozitivizm, bilimsel yöntem, materyalizm, sınırsız ilerleme
düşüncesi.
Descartes
şüpheciliği Gazali''den alınmadır.
19 - 21. yy.
: Çifte gerçekliğin düşünce sorunu olmaktan çıktığı, modern
Batı Bilimimin din ve felsefenin yerine geçtiği, metafiziğin
inkar edilip dini form içinde ifade edilen gerçeklere karşı "aldırışsız"
tavrın bir yaşama biçimine dönüştüğü modernite çağı.
b)Müslüman Tarihçiler'e Göre:
Onlar "Kısası
Enbiya", "Milel ve Nihal" kitaplarını kaleme aldılar. Bir
bakıma Mebde konusu Risalet Tarihi ile örtüşür.
Tarih Adem'in yaratılışı ile başlar. Müslüman
geleneğinde Adem'e verilen sahifelerden bahsedilir.
Kur'an'ın yönlendirmesi ve yazılı tarihin şehadeti ile sahih
bir dünya tarihi yazmak zorundayız.
Bugünkü
Antropolojik veriler yazının ilk defa Mezopotamya'da ortaya
çıktığını göstermektedir.
Hikmet'in Yunan'da yazıya
geçirilmesini Ebu'l-Bereket el-Bağdadi, irfan ve
hikmet tarihinde bir sapma olarak kabul eder. "Eskiden
bilginler ve filozoflar okuma ve yazı yolu ile değil, sözlü
rivayet yoluyla ders verirlerdi. Kendi üstadlarından
aldıkları ilimleri öğrenme ve öğretmeye kabiliyeti olan
öğrenciye, olayı kavrayabileceği yaşa geldiğinde anlayış
derecesine ve kapasitesine göre bilgi aktarırlardı. Bu
öğretme tarzından gözettikleri amaç, ilmin ve Hikmet'in ehil
olmayanların eline geçmemesi, ehil olanların da zeka ve
kav-rayış güçlerine göre az veya çok bilgiyle donatılması,
öğretme zamanlarını aşmak ve hatta tersine, öğretme
zamanlarından geri kalma sakıncalarına maruz kalmayarak daima
denetlenmesiydi. O devirlerde ilme harcanan büyük itina ve
gösterilen ihtimamla pek büyük bir yekun tutan alimler, bu
önemli bilgi ve hikmet hazinelerini sürekli birbirlerine
aktarıp teslim ediyorlardı. Alimler ve öğrencilerin azalması
ve ilme karşı eski rağbetin ve özenin kalkması üzerine alimler,
selefleri olan eski alimlerin ve filozofların hilafına kitap
yazmaya başladılar. Ancak ilim ehli olan zeka ve kavrayış
erbabından olmayan kimselerin bu kitapları anlamamalarını
sağlamak amacıyla da sembolik ve mecazi ibareler, işaretler
kullandılar. Fakat bu devirde bu tür ibare, işaret ve
sembolleri anlayacak kimseler dahi kalmadığından, sonra gelen
bilginler bu ibare ve sembolleri çeşitli biçimlerde açıklayıp
yorumladıklarından kitaplar çoğaldığı gibi ilim ehli
olmayanlardan birçokları ilim ehli olanlarla karıştı. Ve bu
karışıklığın sonucunda bu kitaplarda liyakatli bilginlerin
sözleriyle bilgisiz ve kısır kimselerin sözleri dahi yer aldı."
Yunan
Tanrılarından bahsetmiştik.
Kendi gerçeğini, hayatı, doğayı
anlamaya çalışan insanın önünde ancak ayakbağı olan tanrı
tasavvurları... Onları İlahi irade ne zaman irşad etti
bilmiyoruz.
Yerküremizde yaşayan ilk
atalarımızın Mezopatamya kökenli oldukları sanılıyor. Düşünce
dünyası onlardan Hind'e, İran'a ve Mısır'a doğru seyir izledi.
Yunan düşüncesine ait çok eski dökümanlarımız yok. Felsefe
İyonya'da, İtal-ya'da sonraları ise Atina'da tanınmaya başladı.
Diogenes Laortius, İ. Ö. 3. yy. da yazdığı eserinde
ünlü filozofların hayatını anlatırken felsefenin kökenini
Doğu'ya dayar. Sonraki
gelişimlerine Yahudilerin, Yeni-Pythagorascıların,
Yeni Eflatuncular'ın etkisini de eklemeli.
Sicistani'ye göre Yunanlılar
İyonya asıllı Milet'li
Thales'den önce Araplar gibi
Burhan ilimlerini bilmiyorlardı. Lugat, şiir (Homeros
gibi), hitabet biliyorlardı. Sonraları hesap, geometri ve alan
ölçümünü Mısırlılar'dan öğrendiler. Yine O'na göre İlk
filozof Musa'nın ölümünden 951 yıl sonra ortaya çıktı.
Thales M.Ö. 585 de güneş tutulmasında Babil hesabını ve
Astronomisi ile Mısır geometrisini kullanıyordu.
Bu saptama
düşüncenin tarihsel evrimine ilişkin evreleri sıralarken de
devam eder. Müslüman Düşünce Tarihi, Genel Felsefe'nin dışında
bir ek alan olarak görülür. Hiçbir dil gibi, onunla kurulan
düşünceninde bütünüyle özgünlüğünden söz edilemez.
Elealılar'da
Hind'in, Pythagorascılar'da Hind ve Çin'in,
Heraklit'te
İran'ın,
Anaxagoras'da Yahudiliğin ve
Empedokles'de
Mısır'ın etkisi vardır.
Pythagoras
İyonya asıllıydı.
M. Ö. 6.
yy. da Sisam'da doğdu. Fenike'yi, Mısır'ı, Babil'i gezdi,
hendese öğrendi. 520 ye doğru Yunanistan'a döndü. Yunanistan
Kroton'da tarikatını kurdu. O Hind etkisi yanında doğu kökenli
Orfizm dinine mensuptu. Gizlilik öğreti de esastı. Susmak,
tefekkür, çile erdemler arasındaydı. Pythtagorascılara göre
Ruh, hareket halinde olan bir sayı ve ilk birim olan Tanrı'dan
gelirdi.
"Eşyanın doğasına ilişkin bilgi" anlamına almıştı Felsefeyi.
Çiçero'dan gelen bir bilgiye göre de "insanların kimi
onuruna önem verir, kimisi mal peşindedir. Kimisi ise bunların
tümüne önem vermez, eşyanın doğasını araştırır, bunlar da
kendilerine -Hikmet Sevenler- adını verirler" der.
Felsefe
kelimesi ilk kez
Pythagoras tarafından kullanıldı.
İbn Nedim şöyle der: "Felsefe terimini ilk kullananın
Pythagoras olduğu söylenir. Onun altın harflerle yazılmış
eserleri var. Galinos, bu eserleri yüceltmek amacıyla
altın harflerle yazardı. O'nun "Akli Siyaset" adlı bir eseri
de var, ben bu eseri gördüm. Felsefe'den, sonra
Sokrates,
ondan sonra da Platon söz etti. Bir başka rivayete göre
ise, Suryani Forforiyus es-Suri'nin "Tarih" adlı
kitabında geçtiğine göre, Felsefe'den ilk söz eden Sa'leb
b. Males el-Emliysi'dir. Bu kitap'tan bir makale Arapça'ya
da çevrilmiştir."
Sicistani'ye göre
Pythagoras, II. Darius
zamanında yaşadı. Yunanlılar Fars ülkesini fethedince Cizre ve
Şam bölgesinden astronomi, hendese, sayı, müzik, hıyel ve tıp
ile ilgili kitapları ele geçirdiler. Bu kitapları okuyan
Pythagoras, Allah'ın ilk yarattığı sayılar ve bunlar
arasındaki birlik ve uyum fikrine vardı. O bilgeliğin Allah'a
özgü olduğunu söylüyordu. Bilgelik sevgisi Allah sev-gisine bağlıdır.
Çünkü Allah'ı seven kimse, O'nun sevdiğini yapar, Allah'ın
sevdiğini yapan O'na yaklaşır ve kurtulur. Her ne kadar
Pythagoras, felsefeyi "hikmet sevgisi" şeklinde görmüşse de,
o felsefeyi "her zaman aynı durum üzere bulunan eşyanın
hakikatlerini bilmek" şeklinde tanımlamıştır. Bilgelik çok
yüce bir şey olduğundan biz bilge olamayız, ancak bilgeliyi
sevebiliriz, çünkü bilgelik sevgisi Allah sevgisidir.
İbn
Haldun, Keldaniler'in (Babilliler) ve onlardan önce
Süryanilerin ve çağdaşları olan Kıptilerin sihre, astrolojiye,
tılsıma meraklı olduklarını söyler. İran ve Yunanlılar bu gibi
şeyleri onlardan öğrendiler. Mısır'da yoğunlaşan bilgiler
İskender'in Darius'u öldürmesiyle Yunan'a geçer.
Der ki: "Bu alanda Babillilerin halefi olan İranlılar akli
ilimlerde büyük mesafeler katetmişlerdi. Ancak İskender'in
Darius'u öldürmelerinden sonra bu ilimler Yunanlılara
intikal etti. İskender, Keldanileri yenilgiye uğratmış
ve bunun üzerine İranlılar'ın elinde bulunan hadsiz hesapsız
kitabı ve ilimleri ele geçirmiştir. Yunan hakimiyeti kırılıp
iktidar Hristiyanlık dinini kabul eden Kayzerlerin eline
geçince onlar bu ilimleri terkettiler."
İhvanı Safa'ysa,
Pythagoras'un felsefe ile
ilişkisini anlatırken, O'nun felsefeyi, başını ilim sevgisi,
ortasını insanın kendi gücü oranında varlıkların mahiyetini
bilmesi ve sonu da bilgiye uygun şekilde konuşup yaşaması
şeklinde gördüğünü yazarlar.
Suhreverdi :"İyi bil ki geçmiş zamanda, felsefenin sözlü
olduğu devirlerde filozofların atası sayılan Hermes, ondan
önce de de Agasaziman ayrıca
Pythagoras,
Empedokles
ve bilgelerin ulusu,
Platon gibi büyük filozoflar
bizim burhan ilimlerinde sivrilmiş olarak tanıdığımız İslam
düşünürlerinden çok daha üstün ve değerli idiler. Bunların
Pythagoras'ı önemsememeleri seni yanıltmasın. Bunlar her ne
kadar derinliğine inmişlerse de eskilerin sırlarından gizli
kalan birçok esrara muttali olamamışlardır."
Şehristani'nin "Esatinu'l-Hikme" tasnifinde O'nun adı yer
alır.
Şehristani Listesi:
Thales,
Anaxagoras,
Anaximenes,
Empedokles,
Pisagor, Sokrates, Platon.
Biruni Listesi: Solon, Bios, Fariyandros,
Thales, Filon,
Fitikos, Ksilobols
Bir
görüşe göre 22 yıl Mısırlı rahiplerin sıkı eğitiminden geçen
Pythagoras "kosmos" kelimesini de ilk kullanan kişidir.
O ezeli ve ebedi değildir. Onu oluşturan güç Allah'tır.
Müslüman kaynaklarda hemen hemen bütün
Sokrates Öncesi
filozoflar tevhit inancına sahiptir.
Pythagoras ise
ilahi vahye mazhar olmuş biri gözüyle bakılır. (Sicistani,
Amiri, İhvanı Safa).
Bu
görüşleri gerçekten
Pythagoras
savundu mu?
Xenophanes, bütün güçlerin üstünde biçim ve suretten
arındırılmış ölümlü hiçbir varlık ve nesneye benzemeyen bir
Tanrı düşüncesini ısrarla savunuyordu. Tanrı kavramını
kendisi gibi somutlaştırıp, insanın ahlaki tutumlarını
tanrılara da izafe eden halk dininde (Yunan Politeizmi)
tanrılar insanların uydurduğu kuruntular, kendilerinin şekil
verdiği nesnelerdir.
O Yunan
mitolojisinin amansız düşmanıydı. Politesit telakkilere karşı
Allah'ın birliğini savundu: "Ne vucutca, ne zekaca
Homeros'un
ilahlarıyla veya insanlarla mukayese edilmeyen bir tek ve
yüksek Allah vardır. Bu Allah bütün gözdür, bütün kulaktır,
bütün müdrikedir" diye ekliyordu.
O'nun
bu düşüncelerini derinleştiren
Parmenides bunu
tamamiyle monist bir sistemin hareket noktası yaptı. Madem ki
Allah'da değişme yoktu ve Allah her şeydir, şu halde bizim değişme
dediğimiz şey bir görünüş, bir vehimden ibarettir ve
hakikatte ne oluş, ne ölmek yoktur. Yalnız ezeli ve ebedi
varlık vardır.
Parmenides'de doğmayan, yokolmayan,
bölünmeyen, değişip yoğunlaşmayan bir varlık fikrine sahipti.
Bilginin gerçek amacının varolanı tefekkür olduğunu söylüyordu,
Sokrates'de, tevhid düşüncesi, yüksek ahlak ve hatta öte
dünyaya ilişkin izlere rastlanır. Delfi Tapınağı'nın giriş
kapısında yazılı olan "Nefsini Bil" sözünü felsefenin
merkezine aldı. Gerçek bilgi ve hakikat insanda doğuştan
vardı. Ruhun ölmezliğine ve manevi varlığına inandı. Tanrı'yı
"kamil akıl: Nous" olarak kabul ettiği rivayet edilir. O "Doğru
Yaşayış Nedir?" in cevabını aradı.
M. Ö.
2. yy. da yaşamış Yeni-Platoncu Ammonius Saccas şöyle
der: "Platon, Yunanca konuşan
Musa'dır."
Yahya en-Nahvi de bu görüşe katılır: "Platon,
Musa'dan
ilham alarak felsefesini geliştirmiş bir filozoftur."
Sokrates
Phaidos'un "Onlara vereceğimiz sıfatlar nedir?" sorusuna
cevaben der ki: "Bir rivayete göre,
Homeros ve Solon
gibi şairler ve hatipler, bilgilerin hakikate dayandığını öne
sürerler. Bence bu yanlıştır, onlara da böyle bir iddia
yakışmaz. Bu büyük isim yalnızca Tanrı'ya izafe edilebilir.
Bense onlara ancak hikmeti sevenler diyebilirim."
T.
J. Boer'e göre Samiler'de Helenizm öncesinde felsefe
ilkeldir. Kimi darbı mesellere münhasırdır.
Bunlar İlahi Hikmet'teki telmih, sembol ve işaretler olmalı.
Keldani düşüncesi ise İskender zamanından beri Babil
ve Suriye'ye yayıldı, Helenistik ve sonra Hristiyan
düşünceler yerini aldı. Müslümanlar bu düşüncelerle Süryani
Harran Okulu sayesinde tanışacaklardır.
Aristoteles'in mantığa katkısı O'nu Yunan'da yeniden
yaratmasıdır. Kur'an,
İbrahim'in gökcisimleri meselinde
mantıksal argumanlar kullanır. İbn Haldun, mantığın
bütün eski kavimlerde olduğunu söyler.
İbnu
Nedim'de şöyle der: "Eski tarihlerde okuduğuma göre
Yunanlılar, kadim zamanlarda yazıyı bilmiyorlardı. Mısır'dan
Kıymes ve Ağnur adında iki kişi Yunanistan'a 16
harfli bir alfabeyi götürdüler. Buna önceleri dört, sonraları
Smonides adlı biri de dört harf daha ekleyince 24 harf
oldu. Ratip İshak, Tarih'inde belirttiğine göre bu
sıralarda
Aristoteles çıkmıştır... Kadim zamanlarda
Hikmet, ehli olmayanlar için yasaktı. Filozoflar, hikmet ve
felsefeye istekli olanlara bakarlardı; eğer isteyen ehliyse
ona öğretir, hikmeti intikal ettirirlerdi, değilse ona öğretmez,
intikal ettirmezlerdi."
Bu anlayış Müslüman geleneğinde
de sürer. İbn Rüşd,
Gazali'yi bunu bozmakla suçlar.
Gazali bunun farkına varmış, avam, havas ayrımı
yapmıştır.
Aristoteles'e
gelinceye kadar Felsefede sözlü gelenek hakimdir. Bu nedenle
Sokrates ve öğrencisi
Platon'un görüşlerini zaman
zaman birbirinden ayıramayız.
Felsefe, hikmet
sevgisinden çıkarak aklı tanrılaştıran bir alana kayıyordu.
Mutlaklaşan akılla tanrılar değil, belki ilahi hikmet asıl
saf dışı edildi.
Böylece Doğu'nun
hikmeti Yunan'da felsefe halini aldı ve din'e karşı
kullanılmak üzere sistematik hale getirildi. Yunan Felsefesi,
özünde insan adına Tanrı'ya başkaldırmayı öngören hümanist bir
düşünce şeklidir.
Filozofların kanaatine göre,
mutluluk, nefsi düzeltip erdemli şeyleri onun huyu haline
getirmek şartıyla varlığını bu tarz bir hükümle idrak
etmekten başkası değildir. İnsan aklının ve düşüncesinin
gereği olarak fazilet ve rezilet türünden olan
fiilleri birbirinden ayırdığından, ayrıca fıtratı (ve vicdanı)
ile iyi fiillere eğilim gösterip kötülerinden uzak
durduğundan, Şeriat gelmemiş bile olsa onun için (bu
mutluluğun elde edilmesi) mümkündür. Bir nefs için bu
kazanıldımı, o nefs için haz ve neşe elde edilmiş olur. Sözü
edilen bu hususun bilinmemesi ise bedbahtlıktır. Onlara göre
ahiretteki mükafaat ve azabın anlamı da bundan ibarettir. Bu
düşüncelerin üstadı olup onlarla ilgili konuları ortaya koyan
Makedonyalı
Aristoteles' dir.
Bu, risaletin
yerine kurulmak istenen, münzelin inkarcısı bir
düşünceye getirilen eleştiridir.
Felsefe Rönesans'ta
Descartes'in Kartezyen felsefesiyle iyice seküler (laik)
hal aldı. Aydınlanma dönemi Yunanın politeizme karşı yürüttüğü
cepheyi bu kez kiliseye karşı kuşandı. Rönesansı hazırlayan
arapça çeviriler ikinci kez Rasyon ilahının emrine verildi.
Bulaç bunda tarihin tekerrürünü görür.
Guénon'un tesbitiyle,
hümanist felsefe, yalnızca akli olmakla kalmayabilir, fakat
yine aşkın varlığı bilinçle inkar ediyorsa deneyciliği ve
hatta sözde mistisizmi ve sezgiciliği de hümanisttir. Şu halde
felsefi bir sistemi diğer bütün sistemlerden ayıran temel
özelliği onun vahyi bilgi kaynağını geçersiz sayması, ondan
yararlanmayı ilke olarak reddetmesi ve önüne konan sorunları
yalnızca insani melekelerle çözmeye kalkışmasıdır. "Bir
felsefe, felsefenin sahip olabileceği en mükemmel niteliklere
sahip olsa bile, hem bütünüyle akla dayandığı (aklın dışında
kalanları fiilen inkar etmese de), hem de şöyle veya böyle
vahiy ve ilhamdan yoksun beşeri bir yapı, bir başka değişle "din
dışı" bir şey olduğu için böyle bir tanımlamaya hak kazanmış
sayılmaz."
Vahy, hikmetin
kamil şeklini ifade eder. Müslüman hikmetle düşünür, hayatını
hikmetin doğru bilgileriyle tanzim eder. Hikmete dayanmayan
felsefe, karamsarlık, kapris, vesvese, bunalım, şaşkınlık,
çelişki, sıkıntı ve mutsuzluk gibi hayatı öldürücü sonuçları
doğurur.
-Düşünce
tarihinin değişme ve gelişme çizgisi
-kültürler
arasındaki intikal devreleri
-yol gösterici
bir değer anlamındaki hikmet
B-Müslüman Düşünce Tarihi:
İslam Geleneğinde 124 bin
Peygamber'den bahsedilir. Bu anlamda Müslüman Düşünce Tarihini
Adem a. dan başlatmak gerekir. Bu Taktirde Önceki
Nebiler'e ait Hikmet'in bir parçasını teşkil eder.
R. Garaudy
O'nu "Nübüvvetin etkisinde gelişen felsefe" olarak tanımlar.
Bunun içine kelamdan, felsefeye, selefiyeden sufiyyeye bütün
okullar girer. Kimi literatürlerde ilhadi görülen renk bunun
dışında tutulmalı: Ebubekr er-Razi, İbn Ravendi
gibi.
Mehcur, unutulmuş
ilimlere el attı selefimiz.
Farabi, arabca konuşanlara
Filozofi'nin etimolojisini açıklıyordu. Hikmet ve
Sevgi kelimelerinin bir araya gelişinden ibaretti.
Kavramsal anlamıyla onu
Platon ve
Aristoteles
kullanmışlardı.
Miliadi 12-17. yy arasındaki
müslüman felsefe geleneği hakkında H. Corbin, "Yunanlı
hakimlerin (dahi) hikmetin -nübüvvet nurları mişkati- den
kaynaklandığı kanaatinde idiler" der. Gazali,
filozofların özellikle ahlak ve siyasetle ilgili görüşlerinin
önemli bir kısmını geçmiş Peygamberlerin tebliğinden
aldıklarını belirtir. Sırf onlar naklettiler diye karşı
çıkmanın yanlışlığını anlatmak ister.
Goldziher'in
yerinde tesbitiyle, Abbasiler'in kurduğu Beytu'l-Hikme'de
başlayan tercüme faaliyetinden çok önceleri, sözlü ve
karşılıklı tartışmalarla en değme felsefi konular
müslümanlarla müslüman olmayan halk arasında rahatlıkla
konuşulur, tartışılır hale gelmişti. Şam, Urfa, Nusaybin,
Harran, Antakya, Cundişapur ve İskenderiye gibi büyük ve eski
kültür merkezlerinde Hint tıbbından, Yunan ilminden ezbere
söz eden, iyi eğitim görmüş papazlar, genç rahip-ler, şehir
şehir gezen filozoflar, sosyal statü peşinde koşan ve bir kaç
dil bilen çevirmenler vardı.
Müslümanlar bu
aktif dünya içine girdiklerinde bir çok şeyi yeniden gözden
geçirme, bazı şeyler üzerinde yeniden düşünme ihtiyacını
hissettiler. Birçok benzerlik, ortak referansı görmede
gecikmediler. Doğru olan Hikmeti seçtiler. İşte bu Hikmet
geleneğinin müslümanlar eliyle yeniden diriltilmesidir.
Dinlerin aşkın birliğine inançtır.
Kuzey Afrika,
Anadolu, Asya içlerine dek uzamıştı fetihler. Sözlü tartışma
yıllarından sonra el-Me'mun "Çeviri Evi"ni kurdu.
Oluşturulan Kütübhane'nin adı " Beytü'l-Hikme" dir.
Yunan, Hint,
İran, Kadim Mezopamya, İskenderiye bu kütüphanede bir araya
geldi. Bu sosyolojik bir olay, kültürel bir kaçınılmazlıktı.
Müslüman düşünce Hikmet'ten hareketle onları okudu, ilimlere
ve kültüre ilahi bir soluk, bir tazelik ve canlılık getirdi "Dışardan
düşünce ve ideoloji ithal etme" kompleksi yoktu.
Ne boşuna
kaybedilen bir zamandı, ne bozulmanın başlangıcı. Tarihin
tevhidi doğrulayan kutsal yürüyüşü idi bu. Hikmet'in tüm
dillere yayılmış sahifelerinin devşirilmesi.
Kindi
şöyle anlatır bu çabayı: "Bize hangi kaynaktan gelirse gelsin,
bize ister önceki kuşaklarca, ister yabancı halklarca sunulmuş
olsun gerçeği itiraf etmek ve özümlemekten utanmamalıyız.
Hakikat'ı arayan için Hakikat'tan daha değerli hiçbir şey
yoktur. Hakikat hiçbir zaman kendisine ulaşanı ucuzlatmaz ve
alçaltmaz, aksine onurlandırır ve ona soyluluk kazandırır."
Farabi
şöyle anlatır bu çabayı: "Rivayete göre bu ilim Irak halkı
olan Keldaniler'de meydana gelmiş, sonradan Mısır halkına
ulaşmış, oradan Yunan-lılara, onlardan Süryaniler'e ve sonra
da Araplara geçmiştir. Bu ilmin içerdiği her nesne Yunan
dilinde, sonra Süryanca'da ve sonunda Arapçada anlatılmıştır.
Bu ilme sahip olan Yunanlılar ona gerçek hikmet ve en yüksek
hikmet derlerdi. Onu kazanmaya ilim ve zihnin durumuna
felsefe derlerdi
ki onunla en yüksek hikmeti sevme
ve tercih etmeyi kastederlerdi. Ve onu elde edene filozof ve
bununla en yüksek hikmeti sevme ve benimseme derler ve onun
kuvve halinde bütün erdemleri içerdiğine inanırlardı." Ona
düşen görev de "bu hikmeti, öz yurduna geri getirmek"tir.
İbni Bacce şöyle anlatır:
"Kimi insanlar, felsefenin kadim toplumlar ve cahiliyeye ait
bir şey olduğunu sanır, ona karşı çıkar. Oysa insanın
mahiyetini araştıran ve bizi Allah'ın marifetine götüren
hikmet ilimleri, maddi yarar sağlayan bütün tabiat
ilimlerinden daha üstündür. Felsefenin ne işe yaradığını
soranlar gülünç olmaya mahkumdurlar. Bunlara göre her şeyin
bir maddi yarar ve lezzet sağlaması gerekir. Oysa lezzetlerin
bizzat kendileri asıl amaç olmamakla sınırlandırılmışlarken,
nasıl olur da nihai amaç yerine konulabilirler?"
Tüm zaman ve
mekanları kucaklayan bir müslüman tecessüsü. Hikmetin
dirilişi, Mezopatamyalı evlatlar onu müslim bir kafayla
okudular. Onlarda seküler bir felsefeye rastlanmaz. En uç
örnekler bile "Bilginin Birliğini" savunmuşlardır. En
ateşlilerinden biri "El-Hikmetu'l-Meşrikiye" adlı eserin
yazarı Suhreverdi'dir. "Yeni Eflatuni"
mahiyette bir tasavvuf olan "Hikmetu'l-İşrak" ın
sistemleştiricisi olarak o görülür. Selahaddin
Eyyubi döneminde 38 yaşında idam edildi. (587/1191). 50
ye yakın eser bıraktı.
Meşşailerle
karşıtları arasındaki mücadelede Hakikat'e Peygamber olmadan
ulaşılabilir mi tartışması yatıyordu. Yunan'da Hakikatı
olduğu gibi temsil eden ne bir tek Allah inancı, ne de onu
öğreten doğru, güvenilir ve salih bir peygamber vardı.
Tanrılar saçmalıkların dayatmacılarıydı.
Müslüman beyin
hakikatin içinde yaşar. Allah'ın aşkın birliğini tecrübe eder.
Cehdi ile münzel hakikat kesişir.
Farabi Faal Akl'ın
bu dünyadaki karşılığı olarak Cebrail'i görüyordu.
İbn Tufeyl'de akli burhanların dışında aydınlanma (işrak) ile
insanın kendi başına hakikate ulaşacağını anlatır "Hayy bin
Yakzan" da.
Acaba gerek
Farabi gibi Meşşailer, gerek
İbn Tufeyl gibi
işrakiler ile diğer sufi akımının irfan ehlince öne
sürülenler doğru mu?
Zerdüşt
öğretileri, Pythagorascılığı,
Platon, Hermetizm,
Hallac,
Gazali,
İbn Sina onun dağarcığında
tanıştılar. Hikmetu'l-Ledünniye ile Hikmeti-Atika onda birlik
içindedir. Aristoles'e hoş bakmaz. O
Hermes'den
doğan öğretinin bir kolunun İran'a diğer kolunun sırasıyla
Mısır-Yunan-İslam trendini izlediğini düşünür.
İbn
Haldun felsefik eserlere rağbeti hadari ve bedevi
çatışması olarak görür. Saf islam selefi bedevilerle
sürdürülür.
Şehirli
Mutezile ve felsefe çevresidir.
Müslüman Düşünce tarihinde, Hikmet'in etkisinde olmayan ve
Hikmetle karışmayan felsefenin oldukca kötü bir tanımı
vardır. Vahyden tamamıyla kopuk, onun dışında ve ona karşı
salt insani (humanist) düşünce olan felsefenin bu dünyada yeri
olamaz. En azından kaynağını ilahi öğretilere irca edebilmeli.
Tercüme
faaliyetlerinin hız kazanmasının arkasında başka toplumsal ve
kültürel amiller vardı. Yoksa Beytu'l-Hikme'den çok daha önce
felsefenin belli başlı konularından haberdardılar.
Sadreddin Şirazi,
Suhreverdi'den nakleder, Emeviler
dönemimde ilk kelamcılar Yunan felsefesini biliyorlardı,
onlara bu felsefenin bazı kitapları intikal etmişti. Bu
Meşşai felsefesi değildi. İlk kelamcılar bazı Yunan
kurallarını (mantık gibi) almıştı. Huzeyf el-Allaf ve
Hişam b. Hakem'in kitaplarına baktığımızda Yunan
felsefesinin ıstılahları görülür
Goldziher'in işaret ettiği gibi tercümeler felsefik
ilginin tek nedeni değildir. Müslümanlar arası tartışılan
kader, hürriyet vb. konular vardı. Şam Hristiyan çevreleri ile
kendi dönemlerinin en kültürlü kesimlerini temsil eden
Süryaniler bu cedelde rol oynadılar. Yunan Felsefesi, Yeni
Plat2nculuk ve
Aristoteles kavramları7 Yunanın din-ilim
çatışması görüldü. Çatışma o mirastan yararlanmayı
bıraktırmadı. Bu kültür karşılaşmasının şokunu atlatmak belli
bir zaman alacaktı.
Müslüman düşünce tarihini oğulu veya Batılı saymak doğru
olmaz. Onların kesişme noktasında doğdu. Arap Yarımadası fetih
ve yayılma dönemiyle Şam ve Bağdat'ı üst edindi. Sonra
Kurtuba, Kahire, İstanbul, Buhara da Hint, İran, Cubdişapur,
Atina, İskenderiye, Antakya, Urfa, Harran ve Nusaybin
okullarına vahyi bir okuma nazarıyla bakıldı.
Antik
mirasla tanışıldı. Müslümanlar Kitap ve Hikme'tin kucaklayıcı
mesajına uygun, bir yanda eski kültürlerin özünde var olan
hikmeti diriltmek, evrensel ve birleştirici bir kültür
yaratmak, öte yandan müslüman hikmetini dünyaya yaymak gibi
canlı, dinamik, birleştirici ve yüceltici amaçlar
peşindeydiler. Yokolan eserler yaşayan gelişen canlı bir
dile çevrildi, Sicilya ve Endülüs yoluyla Batıya yeniden
gönderildi.
C-Bilim Tarihi ve Bilim Felsefesi:
Elimizdeki tarihi veriler, Hikmet ve ilimlerin ilk defa
Mezopota,yada ortaya çıktığını, antropoloji de insanoğlunun
ilk defa bu bölgede ziraate geçtiğini anlatıyor.
Sicistani
ilimlerle ilgili tarihsel tahminler yürütür. Sicistani'nin
Müntahanat'ında müziğin özellikle Ud'un ilk defa Fars'larda,
astronominin İbrahim'den önceki devirlere tekabul eden
Babil ve Keldaniler'de, alan ölçümü ve geometrinin Mısır'da
Nil kenarında, hesap ve matematiğin Fenikekilerde (Huns
bölgesi), tabi ilimlerin Şam ve çevresinde, tıp ilminin (önce
MezopDtamya) sonra Hint ve Yunan'da ortaya çıktığı kaydedilir.
Son
araştırmalarda Çin ve Hindistan matematik ve Astronomilerinin
çeşitli devrelerde Mezopotamya' dan etkiler aldığı gösteren
bulgulara erişildi.
Doğa Bilimleri de Yunan'dan önce Anadolu, Mısır veya Sicilya'da
gelişti.
Yunan'da
Hikmet amaç değil, araçtı. Politesit din, bilim görüşlerini de
etkiledi. Yunan astronomisi bir yandan yerleşik dini
düşüncelerden bağımsız olarak takvim konusuyla ilgilenirken,
diğer yandan başlangıçtaki bazı bocalamalarından sonra gök
olaylarını mitoloji ve dinden ayırarak laik/seküler bir görüş
açısıyla ele almış, ayrıca gök olaylarını geometri ile
temellendirerek izaha yönelmiş ve bu amaçla önemli bazı
sistemler kurmuştur. Bu açıdan Mısır astronomisinin dini dünya
görüşüne dayanan cephesi çok eskidir. Çünkü M.
Ö. 3.
binin sonlarından kalma en eski belgelerde dahi mitolojik ve
dini ifadelerin açıklanmasına geniş bir yer ayırmaktadır.
Mezopatamyalılarda ise özellikle Babil'de astroloji
astronominin yanı başında gelişmiştir. Sümerliler'e kadar
geri giden liste yapma faaliyetinin en eski şekli esas
itibariyle filolojiktir ve yazının kullanılmaya başlanmasını
kısa süre takip etmiştir. Erken tarihlerde beliren yazı
işaretleri listeleri aynı zamanda lugat kitaplarına benzer
mahiyetteydi. Fakat bu listeler sıfat ve fiil gibi kelimeleri
içlerine almamakta, sadece isim ve mzellikle somut eşya
adlarını kapsamaktaydı. Bu isim listeleri varlığı kategoriler
ve gruplar halinde sınıflandırmaktaydı ve gerçekte varlığın
tasnifi ihtiyacından doğmuş bulunuyordu. Bu listelerdeki
sınıflamalarda hayvan, bitki, maden, kapkacak, giyim eşyası,
besin, içki, yapı araçları, tanrılar, memleketler, ırmaklar,
dağlar, vucud kısımları ve meslekler gibi çeşitli konular ayrı
ayrı gruplar olarak ele alınmaktaydı.
Bilimsel formasyonunu Endülüs Okullarında kazanan ve
İbn
Heysem'in "optik"ini kopya edip olduğu gibi kendine mal
eden Roger Bacon der ki: "Felsefe Arabistan'tan
alınmıştır. Bu yüzden hiçbir latin, tercüme edildikleri
dilleri bilmedikce, felsefeleri gerektiği gibi anlamayamaz."
Batıda deneysel metodun ve modern bilimin kurucusu kabul edilir.
Rasul'un vefatından 75 sene sonra 707 de ilk rasathene Şam'da
inşa edildi.
Garaudy, Yunan'da varlık dünyasının temel bir ayırım
üzerinde tasavvuru Sofistler ve
Sokrates ile çoktan
başlamıştı, der. Sırf insana ve onun ötesine yöneltilen dikkat,
onu evrenden ve Allah'tan tecrid ediyor ve nazari diyalektik
lehine gözlem ve tecrübeden uzaklaştırıyordu.
Yunanda
tecrübe de kullanılıyordu, ama bugünkü gibi evreni tümüyle
kuşatan ilahi ilkeden yalıtılarak. Dolayısıyla somut bilgiye
götüren tecrübe, doğru bilgiye ulaştıran akıl ve dini bir
formla ifade edilen tanrısal saçmalıkların reddi, insanın salt
melekelerine düşen bir işti.
Kemal
Ersözlü
Kaynaklar:
Kısaltmalar:
Ank. Ankara
c. Cilt
ç.
Çeviren
İst. İstanbul
İzm. İzmir
s.
Sahife
y.
Yayınevi
Mevdudi: "Hikmet, tebliğ ve telkin sırasında
budalaca ve şuursuzca davranmamak, aksine muhatabın
zihniyetine, meyline, kabiliyetine, istidadına ve içinde
bulunduğu şartlara göre akıllıca ve ölçülü konuşmak, vaaz
ve nasihatte bulunmak demektir. Söz konusu olan milletin
ve halkın vaşlıca hastalığının ne olduğunu araştırmalı ve
ona göre ilaç ve tadeviye başvurulmalıdır.
"Kur'an'daki şeri hükümlerin çoğu küllidir. Cüz'i
olanların kaynağı da küllidir. Bu da külliyi (Genel'i)
itibara almanın ya da delilin tahsis ettiği (belirli
alanlara has kıldığı) şeylerin dışında, asl'ın manasına
dayanır... Şurası bir gerçektir ki sünnet, çokluğuna ve
meselelerin fazlalığına rağmen, Kur'an'ı açıklar. Allah, "İnsanlara
kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur'an'ı
indirdik." (Nahl 44) buyuruyor." (El-Muvafakat)
"Bir çok ayette Allah Kitap ve Hikmet'i zikretmektedir.
Kitap'tan maksat Kur'an'dır. Kur'an ilmini bilen itimat
ettiğim alimlere göre ise Hikmet, Rasülu-Ekrem'in
sünnetidir. Kur'an bir Zikr'dir, Hikmet ise Kur'an'a tabi
kılınmıştır. Allah Kitabı ve Hikmet'i öğretmekle kullarına
verdiği nimeti hatırlatmaktadır. Bu husus dikkate alınırsa
Hikmet'in Peygamber'in sünnetinden başka bir şey olduğunu
söylemek katiyen doğru değildir." (Er-Risale)