Lucius Annaeus Seneca
MÖ 004-MS 065
Roma’lı Düşünür.
İspanya’nın o Zaman Önemli Kültür Merkezleri’nden biri
olan Corduba Kenti’nde doğdu. Ailesi Varlıklı’ydı. Babası
Edebiyat’a Düşkün’dü. Annesi Helvia Bilgili bir Kadın
olmamakla birlikte, Çocuklar’ını Çalışmalar’ında desdekledi. 3
Kardeş’in Ortanca’sıdır. Küçüklüğünde Teyzesi O’nu Roma’ya
götürdü, ve Eğitimi O’nun tarafından üstlenildi.
Zamanına uyarak Rhetorik okudu. Genç Yaş’ında Filosofi’ye
İlgi duydu.
Stoacı Attalus’un Öğrencisi oldu.
Pythagorasçı Sotion’la,
Kinik Demetrius’un Dersleri’ni de dinledi. Bu Öğretileri
içten izledi ve uyguladı.
Roma İmparatoru Tiberius, Filozoflar’dan
hoşlanmadığı için, Babasının Zorlaması’yla Avukat oldu.
31-32 Yılları’nda Quaestor’luk (Devlet Hazinesi’nin
Yönetimi) Elde etti. Büyük Çapta bir Hatiplik Ünü’ne kavuştu.
Bu Başarısıyla Caligula’nın Kıskançlığını, Kin’ini
üzerine çekti. Öldürülmekten Bozuk Sağlığı Sayesinde kurtuldu.
Oğulları için yazdığı bir Güzel Sözler Derlemesi’nden
dolayı ‘Hatip Seneca’ Adıyla anılırdı.
40 Yaş’ında Avukatlığı bırakarak Filosofi’ye döndü.
Caligula’nın Kız Kardeşi’yle Arkadaşlık ettiği sıralarda,
bunlardan biriyle İlişkisi olduğu söylenmiş, İmp. Claudius’un
ilk Karısı Messalina O’nu 41 Yıl’ında Korsika Adası’na
sürdürmüştür. Önceleri burada Oturma’yı Cesaret’le başarmış,
sonra Moral Bozukluğu’na karşı kendisini Şiir’e ve Bilim’e
verdi. Yine de Umutsuzluk’tan kurtulamadı. Annesi’ne yazdığı
Avuntu (Ad Helviam matrem de consolatione) kendisin
dediir de. Yürekliliği iyice kırılınca, Claudius’un
Azatlısı Polybius’u Kardeşi’nin Ölümü için (Ad Polybium
de consolatione ile) avutmaya çalıştı. Aslında ise Eser
Sürgün’e Son verilmesi Amacıyla hem Polybius’a, hem
Claudius’a yaltaklanır. Nitekim İmp.un Askeri
Başarıları’nın Övgü’sünün ardından Ölüm’ünden sonra O’nunla
evlendi ( Divi Claudii apocolocyntosis ).
İmp. Claudius’un İkinci Karısı
Agrippina, Seneca’yı 49 Yılı’nda Sürgün’den Geri çağırttı.
İlkin Politika’ya girmek istemedi, sonra da Agrippina’nın
sunduğu Praetorluk (Yargıçlık) ile sonraları kendisini
Ölüm’e Mahkum edecek Nero’a Öğretmenlik etti. Bu
Davranış’ı Sözde Çocuğu Annesi’nin Eli’nde sürüklenmekten
kurtarıp İyiliğe yöneltmek Amacıyla doğrulamaktadır. Sonraları
Claudius’un Oğlu Britannicus’a Karşı,
Agrippna’nın oğlu Nero’nun İmp. Olmasında Etkinlik
gösterdi. 13 yıl (49-62) Debdebe içinde bir Saray Hayatı sürdü.
Yetki, Dostu Burrus ile O’nun El’indedir. Bu sürede
Nero’nun Hoşuna gitmek için, O’nun İstekler’ine uydu. Örneğin
Agrippina’nın öldürülmesini övdü.
Birtakım kimselerin Saldırılar’ını üzerine
çekti. Çok Zengin’di. Karısı’nın Ölümü’nden Uzun Süre
geçtikten sonra, Genç, Güzel , Varlıklı Pompeia Paulina
ile evlendi. Bunlar Dedikodu Konusu oldu. Seneca
bunlara Karşılıkta bulunmak için, Yetkisini kullandı, Yeteneğini
harcadı. Sonunda Devlet İşleri’nden çekilmeyi düşündü.
62 de Nero’dan Para’sını, Mal’ını O’na
bırakıp yanından çekilme İzni istedi. İmp. ‘Hayır’ der.
Seneca, Nero’dan aldıklarının bir Bölüm’ünü Geri
vermek Fırsat’ını bulur. Sağlığını neden olarak öne sürüp
Yalnız kalmayı, Bütün Etkinliğini Filosofi’ye vermeyi sağlar.
Piso
Suikastın’a Karışmakla suçlandı ve 65 de Damarlar’ını keserek
kendisini Öldürmeye Mahkum etti.
Her Başarısı Kıskaçlık uyandıran ve kendisine birçok
Düşmanlar kazandıran Seneca, Roma Stoacılığı’nın 4
Büyük Düşünürü’nden (Cicero
(ö. MÖ 43), Epiktetos, (ö.138) Marcus Aurelius)
biridir. Bu Okul’un Bütün İlkeleri’ne Bağlı’dır, Okul’un en
Aykırı Düşünceleri’ni bile savunur.
Grek Stoacılığı’nın Panteizm’ini benimsedi,
Bireysel Ahlak’la Devlet’in ve Toplum’un
Görevleri arasında bir Bağıntı kurmaya çalıştı.
Toplum’a Yararlı olmak için, İnsanlar’a Doğru yolu
Filosofi ile göstermek istedi ve Yazılar’ında bir Ahlakçı
olarak belirdi.
Özellikle Ahlak Yazıları’yla Çağdaşı olduğu
Pavlus
Hristiyanlığı’nı Büyük çap’ta etkiledi. Bu nedenle ‘Hristiyanlığın
Akrabası’ olarak anılır.
Evren’i
Maddi ve Rasyonel bir Bütün olarak gördü.
Ruh’un Ölümsüzlüğü’ne inanırdı. Doğabilim’i
bakımından, Stoacılığa Yeni Değerler kazandırdı.
Yaşamak için en Gerekli Şey saydığı Ahlak’ı
bir Bütün olarak ele alan Ahlakçı’dır.
Ekonomi Alanı’nda da bölük börçük de
olsa, birtakım Düşünceler ileri sürdü.
Dialoglar’ının her birinde bir Ahlak Sorunu’nu
Ele aldı. O’na göre en Yüksek İyi, Erdem’dir (De vita
beata), Gerçek Mutluluk da Ruh Dinginliği’ndedir
(De tranquillitate animi). Yöneticiler İnsaflı olmalıdırlar(
De clementia). İnsanlar Tanrı’ya Boyun eğmelidirler ve
birbirlerini sevmeli ve saymalıdırlar ( De providentia).
Mektuplar’ında da Ders Verici nitelikte birçok
Düşünce Özdeyiş Biçiminde yer alır: İnsanlar Eşit’tir. Doğuş
Şartları İnsanlar arasında bir Ayırım yaratamaz. Kişi
İnsanlar’dan uzak yaşarsa, Mutlu olur. Bilge Tutku bilmez.
Mektuplar bir Büyük Filozof’un Sözü’yle Son bulur.
Yazılar’ında Seneca Tutarlı görünse de
Eylemler’i ile karşılaştırıldığında Çelişkiler bulunur.
Zamanında çok tutunsa da sonraları Quintilianus ile
Tacitus (ö.120) tarafından eleştirilecektir.
Cicero
gibi o da Zaman’ının bir Tanığı olarak ona Uygun Düşünceler’i
savunmuştur. Modernçağ’da Roma Edebiyatı’nın en İlginç
Yazarlarından sayılacaktır. ‘Kısa, Ustalıklı, Daldan dala
atlayan, Konuşma’yı andıran Stiliyle de, Düşünce’siyle de
Çekici bir Yazar’dır’ der G. Varinlioğlu.
Eserleri:
Eserlerinin hepsi günümüze gelmedi. Örneğin
şiirleri, söylevleri kayıptır. Elimize geçenler tümün küçük
bir bölümüdür. Bazılarını kıslatma biçiminde, bazılarını
sözünün edilmesiyle ad olarak biliyoruz.
-Toplu basımı ilk olarak editio princeps
adıyla yayınlandı. Bu derlemede eksik
ve fazlalıklar vardır. Daha sonra yapılan türlü basımlarda
bunlar düzeltilmiştir. Son derlemelerden birini F.Haase
hazırladı.
-Dialogi, ( Söyleşiler), 12 söyleşidir,
Bunların 3 tanesi Avuntu’dur:
-Ad Helviam matrem de Concolatione, Annem Helvia’ya
Avuntu,
-Ad Marcian de Consolatione, Marcia’ya
Avuntu,
-Ad Polybium de consolatione, (Polybius’a
Avuntu),
-De Benefictiis, İyilikler,
7 Kitap
‘Köle de ne demek oluyor Lucilius?
Şehvet ve oburluğun yüzünden asıl köle sen değil
misin? Hepimiz aynı kökten, aynı kaynaktan gelmekteyiz. Hiç
kimse başkasından daha soylu değil, ünlüdürler.
Herkesin bir tek babası vardır, o da Gök Tanrısı’dır.
Parlak ya da sönük basamaklarla herkesin kütüğü O’na çıkar.
‘‘
-De Brevitale Vitae, (Yaşamın
Kısalığı),
-De Clementia,( İnsaf),
Seçme Parçalar
X.Öyleyse? Krallar da ölmezler mi?
Öldürürler, fakat kamu yararının onları böyle yapılmasının
gerektiğine inandırdığı durumlarda öldürürler; oysa
gaddarlık, tiranların yüreklerinde vardır. Tiran Kral’dan
adı ile değil, eylemleri ile ayrılır; nitekim büyük
Dionysios pek haklı olarak birçok Krallardan üstün
tutulabildiği gibi, düşman kalmayıncaya değin öldürmekten
boşalamayan L.Sulla’ya Tiran denmesini de kim
engeller? Varsın diktatörlükten seçilmiş, sivil hayata geri
dönmüş olsun, hangi Tiran günün birinde 7000 Romalı’nın
toptan öldürülmesini buyurmuş olup, Bellona Tapınağı’na
yakın bir yerde otururken, kılıç altında inildeyen binlerce
kişinin sesini işitince, Senato’nun korkuya kapılması
karşısında; ‘İşimize bakalım, sayın Senato üyeleri, baş
kaldıran 3-5 kişi benim buyruğumla öldürülüyor’ diyen
Sulla kadar doymazlıkla insan kanı içmiştir? Söylediği
yalan değildi. Sulla’ya birkaç kişi geliyordu. Fakat
yurttaş oldukları halde aynı gövdeden bölünüp her nasılsa
düşman adı alınca, böyle düşmanlara ne türlü kızılması
gerektiğini az sonra göreceğiz; şimdi şunu söylüyorum ki,
biri ötekinden daha küçük silahlı kuvvetle korunmasa da,
Tiran ile Kral arasında başlıca ayrılık noktası insaftır.
Kral silahlarını barışı korumak için kullanır, Tiran ise
büyük kinleri büyük korkuyla bastırmak için, üstelik Tiran
kendisini bıraktığı ellere güvenlik içinde bakmaz,
tersliklerden tersliklere sürüklenir; çünkü kendisinden
korkulduğu için, üzerine kin çeken biridir, ona karşı kin
duyulduğu için de, kendisinden korkulmasını ister,
birçoklarını aalaşağı eden şu iğrenç dizeyi kullanır: ‘Kin
beslesinler, yeter ki korksunlar’; ölçüyü aşacak biçimde
üyüdüğü yerde, nice büyük kızgınlığın doğduğunu bilmez de
ondan.
Çünkü aşırı olmayan korku duyguları
dizginler; insanı en uçlara yaklaştıran, sürekli, sert korku
ise duyguları cürete iter. İple ve tüyle kapatılmış
hayvanlar böyle durdurulur; bunlara arkadan bir atlı oklarla
saldırsın, çekinmiş oldukları şeylerin arasından geçerek
kaçmayı deneyecekler ve korkuyu çiğneyip geçeceklerdir. En
büyük yüreklilik, çıkar yolu kalmamış zorunluluğun verdiği
yürekliliktir. Korkunun güvenlik payı bırakması ve
tehlikelerden çok, umut göstermesi gerekir; böyle olmazsa,
rahat duran biri için duyulan korku eşitse, tehlikeye
atılmak ve kendi canını başkasının ki gibi harcamak insanın
hoşuna gider.
XI.Barışcı ve sakin bir Kralın kamu
esenliği için kullanacağı, kendisine bağlı yardımcıları
vardır, (kamu güvenliği uğrunda titizlikle çalıştığını gördüğü
için) onunla övünürler, Kralı beklercesine her yorgunluğa
seve isteye katlanır; buna karşılık kendi çevresi bile, sert
ve kann dökücü kişiyi yük olarak görse gerektir. Herhangi
bir kimsenin, işkence ile öldürmek için hazır işkence
sehbası be kıyım aracı diye kullandığı, hayvanlara
parçalattığı gibi, önlerine insanları attığı, iyi niyetli ve
kendisine bağlı hizmetkarları olamaz; böyle biri, işlediği
kıyımların tanığı ve sorunlusu olan tanrılardan, insanlardan
korktuğu için, bütün suçlulardan daha çok endişeli, daha çok
kaygılıdır; öyle bir noktaya getirilmiştir ki, artık
davranışını değiştiremez. Çünkü gaddarlığın öteki kötülükler
arasında belki de en kötü olan yanı şudur: Gaddarlığı sonuna
dek sürdürmek gereklidir, iyi şeylere dönüş yolu açık değildir;
çünkü kıyımlar kıyımlarla korunmak zorunludur. Artık hep
kötü olmak zorunda olan bir adamdan daha mutsuz ne vardur?
Böyle biri, hiç değilse kendi açısından acınacak bir
kimsedir: Çünkü silahlardan korktuğu için, silahlara
sığınarak, çocukların saygısına değil, dostlarının bağlılığına
güvenerek, evinde olduğu ölçüde dışarıda da bütün kuşkulu
davranışlara karşılık vermiş, kıyımlarla ve yağmalarla
gücünü yürütmüş olana başkalarının acıması yakışık almaz;
yaptıklarını, yapacaklarını gözden geçirince, kıyımlarla,
işkencelerle dolu vicdanını açınca, çok kere ölümden korkar,
daha çok kere ölüm isteği duyar, hizmetçilerinden çok kendi
gözünde iğrençtir. Tersine, her şeye özen gösteren, yerine
göre bazı şeyleri daha çok, bazılarını daha az gözeten,
devletin bütününe, kendine baktığı gibi bakan, yumuşaklığa
yatkın olan, sert çarelere ( bunun bilincine varmak yararlı
olsa bile) ne denli istemeye istemeye el uzattığını gösteren,
içinde hiçbir düşmanca, hiçbir gaddarca duygu beslemeyen,
emirlerini yurttaşlarının beğenmesi isteğiyle, gücünü
herkesin esenliği uğruna, barış içinde yürüten kimse,
mutluluğunu kamuyla paylaşmış ise, kendisine göre çok
mutludur; tatlı dilli, yaklaşılması kolay, sevimli -insan
bununla halkı kendine kazanır-, haklı isteklere eğilimli,
haklı olmayan şeylere aşırı sertlik göstermeden karşı çıkan
biridir, sevilir, savunulur, sayılır. İnsanlar onun hakkında
herkesin içinde de gizli olarak da eş sözler ederler; oğullar
edinmek isterler, kamu felaketlerinde beliren kısırlık
kapanır; hiç kimse çocuklarına böyle bir yüzyılı
gösterebileceği için kendisinin iyi bir baba olduğundan
kuşku duymaz. Bu Hükümdar yaprığı iyilikle tehlikeden uzak
olduğu için, hiçbir bakımdan koruyucuya gereksinme duymaz,
silahları da süs yerine geçer.
(Latince’den ç. Güngör Varınlıoğlu,
s.30-33)
-De Ira, (Öfke Üstüne),
-De Constantia Sapientis, (Bilgenin Sebatı) ,
-De Otio, (Kamu İşlerinden Uzak Durma),
I.
1....bize kusurlar salık vermekle
söz birliği etmişlerdir. Esenliğimiz için başka bir şeye
girişmesek bile, yalnız kabuğumuza çekilmemiz gene de
yararlı olacak: teker teker daha iyi kişiler olacağız.
Kendimize göre yaşamımızı düzenleyebileceğimiz bir örnek
seçmek, en iyi kimselerin
yanında bulunmak nasıl sağlanır? Bu, kamu işlerinden uzak
kalmadan olmaz: O zaman henüz güç kazanmamış kanılarımızı
halkın yardımıyla sarsacak bir kimse işe karışmadıkça, bir
kere benimsenmiş olan bir görüş korunabilir; o zaman
birbiriyle ilgisi olmayan tasarılarıyla parçaladığımız
yaşamımız düz ve tek bir gidiş gösterebilir.
2.Çünkü bütün kötülükler içinde en
kötüsü kusurlarımızı dahi değiştirmemizdir. Böylece artık
alışılmış bir tek kötülükte direnmek bile kalmaz bize: Bir
şeyin ardından başka bir şey hoşumuza gider, yargılarımızın
yalnız yanlış olmasından değil, bir de değişken olmasından
çekeriz.
3.Dalgalara kapılmış gibiyiz, bir
şeyi bırakıp başka bir şeye sarılıyoruz; istediklerimizi
bırakıyoruz, bıraktıklarımızı yeniden istiyoruz: Hırs ile
pişmanlık sırayla ağır basıyorlar. Çünkü hepimiz
başkalarının yargılarına bağlıyız; biz övünülecek ve
istenecek şeyi değil, isteklisi ve övücüsü çok olan şeyi
beğeniriz, yolu kendisine bakarak iyi ya da kötü saymayız,
ayak izlerinin çokluğuna, geri dönenlerininn hiç olmamasına
bakarak iyi deriz.
4.Bana diyeceksiniz ki ‘Ne yapıyorsun, Seneca?
Partini bir yana bırakıyorsun! Sizin Stoacılarınız değil mi
şöyle diyen: Yaşamımızın sonuna dek eylemde olacağız,
herkesin iyiliği için çalışmayı, teker teker herkese yardım
etmeyi, düşmanlara bile el uzatmayı, çaba göstermeyi
bırakmayacağız. Biz hiçbir yaşa ayrıcalık tanımayan, o ünlü
çok güzel konuşan yiğidin ‘ak saçlarımıza miğfer
geçiriyoruz’
dediği insanlarız; biz ölümden önce etken olmaktan geri
kalmayacak, olaylar elverirse, ölümümüzün kendisi bile etken
olacak insanlarız. Bize Zenon’un karargahında
Epikuros’un buyruklarından ne
diye söz ediyorsun? Partinden hoşnut değilsen, ne diye
ihanet edecek yerde, iyi, ağırbaşlı bir davranışla karşıya
geçmiyorsun?’ Şimdilik sana şu karşılığı vereceğim: ‘Acaba
benim kılavuzlarıma benzer olmam sana yetmiyor mu? Öyleyse?
Onların beni gönderdikleri yere değil, götürdükleri yere
gideceğim.’
II.
1.Şimdi sana Sooacılar’ın
ilkelerinden uzaklaşmadığımı kanıtlayacağım, çünkü kendileri
de o ilkelerden uzaklaşmadılar (onların ilkeleri değil de,
yalnız örneklerini izlemiş olsam bile, gene de rahat bağışlanırdım).
Sözümü iki bölüme ayıracağım: Bir kere, herhangi bir kimse,
ilk gençliğinden başlayarak kendini tümüyle, gerçeği
temaşaya bırakabilir, yaşama kuralı arayabilir, bunu bir yan
çekip uygulayabilir.
2.Sonra da artık askerlik görevini
bitirmiş, yaşı geçmiş biri aynı işi hakkıyla yapabilir ve
tıpkı görevlerini yıllara bölmüş olan ve önce kutsal
görevlerini yerine getirmeyi öğrenen, öğrendikten sonra da
öğreten Vesta Rahibeleri gibi, bu uğraşılarını başkalarıyla
aktarabilir.
III.
1.Zenon’un ya da Khrysippos’un
sözüne karşı hiçbir şey yapmamayı kendime yasa olarak
aldığım için değil, doğrudan doğruya sorun onların
düşüncesine katılmama yol açtığı için, bunun Stoacılar’ın da
düşüncesi olduğunu göstereceğim; her zaman bir tek kişinin
düşüncesini izlemek Senato’da değil, Partide olur. Keşke
artık her şey insanların elinde olsaydı, tümüyle gün ışığına
çıkmış gerçek herkesin gözü önüne serilseydi,
kararnamelerimizden hiçbir şey değiştirmeseydik! Şimdi gerçeği,
gerçeği öğretenlerin kendileriyle birlikte arıyoruz!
2.‘Epikurosculuk’la
Stoa arasında özellikle, çoğu şeylerde olduğu gibi, bu
konuda da ayrım vardır. Buna karşı, her ikisi de değişik
yollardan kişiyi kamu işlerinden uzak durmaya götürür.
Epikuros der ki:
Olağandışı bir şey olmazsa bilge, devlet işine
girmeyecek.
Zenon der ki:
Bir engel olmazsa, bilge devlet işlerine
karışacak.
Biri kamu işlerinden uzak durmaya ilkesi gereği
yönelir, öteki de neden olarak.
3.Bu neden, geniş alanlıdır: Devlet kendisine
yardım edilemeyecek ölçüde bozuksa, kötülüklerle
karartılmışsa, bilgi boşu boşuna çaba göstermemeli. Güçlü de
değilse ve Devlet ona yer vermezse, sağlığı kendisine engel
olursa, nasıl hasar görmüş gemiyi denize indirmezse kendini
de bu yola sokmamalı.
4.Öyleyse, bir kimse tam bir güvenlik içinde
kalabilir, tam bir eylemsizlik içinde bile uygulanabilen
erdemleri geliştirerek bütün kamu işlerinden uzak durup,
yaşamını sürdürebilir.
5.Gerçekten insandan insanlara yararlı olması
istenir: Olabiliyorsa, birçoklarına, olmadı, birkaç kişiye,
olmadı, çok yakınlarına olmadı, kendine. Çünkü insan
başkalarına yararlı oluyorsa, kamu yararına çalışıyor
demektir: Nasıl kendini küçük düşüren kimse yalnı kendine
değil, iyi bir insan olsaydı yararlı olabileceği herkese de
zarar verirse, öylece her kim kendine hizmet ediyorsa,
yararlı olmaya kendini hazırlamakla, başkalarına yararlıdır.
IV.
1.İki Devlet düşünüyoruz: Biri büyük
ve gerçekten kamunun olan, tanrıları ve insanları kapsayan,
gözlerimizin şu ya da o köşesine takıldığı Devlet değil,
ülkemizin sınırlarını güneşle ölçtüğümüz Devlet; öbürü bütün
insanları değil de, belli bir bölümünü içine alan, doğuş
koşullarımızın bize yazdığı Devlet ( bu bazıları aynı
zamanda her iki devlete, küçüğüne de, büyüğüne de ilgi
gösterir. Bazıları yalnız küçüğüne, bazıları yalnız büyüğüne.
2.Bu büyük devlete kamu işleriğnden,
uzak kalarak da, üstelik uzak kalarak daha da iyi hizmet
edebiliriz; çünkü böylece erdemin ne olduğunu, bir tek mi,
pek çok mu olduğunu, kişinin doğasının mı yoksa sanatının mı
kişileri iyi kıldığını araştırırız; denizlerin, karaların ve
denizde, karada bulunanların bir tek bütünden mi oluştuğunu
yoksa Tanrı’nın oraya buraya bu tür birçok nesneler mi
serptiğini araştırırız; her şeyin kendisinden doğduğu
maddenin kesintisiz ve dolu mu yoksa yayılmış mı, katı
kısımlarının karıştığı bir boşluk mu olduğunu araştırırız;
Tanrı’nın yerinin ne olduğunu, eserine mi baktığını yoksa
onu devinime mi geçirdiğini, acaba dıştan onu sarmış mı
yoksa geçici ve bir süre için doğmuş şeyler arasında mı
sayılması gerektiğini araştırırız. Bu şeylere bakan kimse
Tanrı’ya ne sağlar? O’nun eserinin büyüklüğünün tanıksız
kalmamasını. En yüksek iyi’nin Doğa’ya göre yaşamak olduğunu
söyleriz: Doğa bizi iki şey için, hem evreni temaşa, hem
eylem için yarattı.
V.
1.Şimdi ilk söylediğimizi
doğrulayalım. Ne belli değil mi? Herkes bilmediği şeyler
için ne büyük öğrenme isteği duyduğunu, bütün masallara ne
kadar meraklı olduğunu bir düşünürsek, bu doğrulanmış
olmayacak mı?
2.Bazı kimseler deniz yolculuğu
yaparlar, yabancı ülkelerde uzun uzun dolaşmanın
yorgunluklarına herkesten gizli ve uzak kalmış bir şeyi öğrenme
karşılığında katlanırlar. Bu duygu halkı gösterilere çeker,
bu kapalı yerleri açmaya, gizli şeyleri araştırmaya, eski
olayları ortaya çıkarmaya, yaban ulusların töreleri üzerine
bilgi edinmeye zorlar.
3.Doğa bize meraklı bir yaratılış
vermiştir, yeteneğini ve güzelliğini bilerek bizi o güzelim
manzaralarına doya doya bakmak üzere yaratmıştır, bunca
büyük, bunca parlak, bunca incelik işlenmiş, bunca aydınlık
ve güzelliği türlü türlü şeyleri yokluğun önüne serseydi,
emeği boşa gidecekti.
4.Bize hangi yeri verdiğini gör de,
onun kendisine yalnız bir göz atılmak değil, uzun uzun
bakılmak istediğini anla: Bizi kendi merkezine koydu, bize
her şeyi çevremizde görme olanağı verdi; insanı ayağa
dikmekle kalmadı, bir de temaşayı kolaylaştırmak amacıyla
yıldızların devinimlerini doğuşlarından batışlarına dek
izleyebilmesi ve yüzünü evrenle birlikte döndürebilmesi için,
onun başını yukarı çevirdi, bu başı bükülgen boynunun üstüne
koydu. Sonra gündüz altı, gece altı burc bir baştan öbür
başa ilerleterek gözlerinin önüne sunmuş olduğu şeyler
aracılığıyla gerikalan şeylere de merak uyandırmak umuduyla,
hiçbir bölümünü ortaya sermeden bırakmadı.
5.Çünkü ne herşeyi görüyoruz, ne de
her şeyi olduğu ölçüde büyük görüyoruz, gene de bizim
bakışımız kendisine araştırma yolunu arar, gerçek için
temeller atar, böylece, inceleme açıklıklardan karanlıklar
alanına geçer, evrenin kendisinden daha eski bir şey bulur:
Şu yıldızlar nereden çıkmıştır; tek tek bölümlere ayrılmadan
önce, evrenin durumu ne idi; hangi akıl birbirine girmiş
şeyleri ayırıp düzene sokmuştur; kim nesnelere yerlerini
göstermiştir; doğaları gereği mi ağır nesneler aşağı inmiş,
hafifleri yükselmiştir; yoksa nesnelerin itiş gücü ve
ağırlığının dışında daha yüksek başka bir güç tek tek
nesneler için bir kural mı moymuştur; yoksa yıldızlardan
kopan parçacıkların, kıvılcımlar gibi, yere inmiş olması, bu
yabancı yerde çakılıp kalmış olması mı gerçektir - işte
insanların tanrısal yaratılışta olduğu özellikle bununla
kanıtlanır-?
6.Düşüncemiz göğün duvarlarını aşar,
karşısına çıkan şeyi bilmekle yetinmez: ‘Dünyanın ötesinde
bulunan şeyi araştırıyorum, acaba sınırsız bir erginlik
midir bu, yoksa kendi sınırlarıyla mı son bulur; dünyamızın
dışında kalmış şeylerin görünüşü nasıldır, biçim bulmamış ve
düzensiz midir yoksa her yöne doğru eş büyüklükte yer
kaplayan bu şeyler bir uyum içinde mi dizilmişlerdir; bu
dünyaya bağlılar mı yoksa bundan çok ayrılar mı ve bu dünya
boşlukta mı dönüyor; olmuş ve olacak her şeye vucut veren
ieyler atom mudur yoksa evrensel madde homojen olup tümüyle
mi değişir? Acaba öğeler birbirlerine mi karşı çıkarlar
yoksa çarpışmazlar da, değişik yönlerden aynı amaca
yönelirler?’ der.
7.Bunları araştırmak için doğan
insan zamanının tümünü kullanmakta sıkı davransa da, ne
denli az zamanı vardır onun, bunu düşün: Varsın bu adam
yumuşaklığı ya da kayıtsızlığı yüzünden zamanının elinden
alınmasına izin vermesin, varsın saatlarını aşırı cimrilikle
kullansın ve insanın yaşamının son sınırına dek ilerlesin,
kendisine doğa ne vermişse, talih onu silkeleyip atmasın,
gene de insan ölümsüz şeyleri bilmeyecek ölçüde ölümlüdür.
8.Öyleyse, kendimi bütün bütün doğaya
verdiysem, ona hayransam ve tapıyorsam, doğaya uyarak
yaşıyorum. Doğa benim iki iş yapmamı, eylemde olmamı ve
temaşa için boş zaman bulmamı istemiştir: Her ikisini
yapıyorum, çünkü temaşa bile eylemsiz olmaz.
VI.
1.Fakat ondan ucu sonu olmayan
sürekli temaşadan başka hiçbir şey beklemeden, ona zevk için
yaklaşıp yaklaşılmadığını öğrenmekte yarar vardır,
diyeceksin; çünkü o tatlıdır, onun kendisine özgü çekiciliği
vardır. -Buna karşılık sana şunu diyeceğim: Hangi duyguyla
kamu yaşamındayer alındığını bilmek aynı şekilde gereklidir,
her zaman işli güçlü görünmen, hiçbir zaman insancıl
şeylerden tanrısal şeylere bakacak bir zaman bulamaman için
değil mi?
2.Nasıl hiçbir erdem sevgisi olmadan,
zekasını geliştirmeden çıkara yönelmek, kaba eserler ortaya
koymak hiç salık verilir birşey değilse ( çünkü bunlar kendi
aralarında karışmak ve birleşmek zorundadır), öylece kamu
işlerinden uzak, eylemsiz duran, öğrendiğini hiçbir zaman
göstermeyen erdem de eksik ve güçsüz bir iyidir.
3.Erdemin kendi gelişmelerini
uygulama yoluyla denemek zorunda olmadığını, yalnız ne
yapmak gerektiğini düşünmekle kalmayıp bazan eyleme geçmek,
düşünülmüş olan şeyleri gerçekleştirmeye götürmek olmadığını
kim söyleyebilir? - Peki, engel bilgenin kendisinden
gelmiyorsa, eksik olan eylemci deil, de, eylem fırsatı ise?Ona
kendisiyle başbaşa kalma iznini vermeyecek misin?
4.Bilge hangi düşünceyle eylemden
çekilir? Kendisinin o zaman bile ileriki kuşaklara yararlı
olacak işler yapacağını bilerek. Biz elbette Zenon’un,
Khrysippos’un ordulara önderlik etmiş, yüksek
görevlerde bulunmuş, yasalar getirmiş olmaktan daha büyük
işler yapmış olduklarını söyleyen insanlarız: Onlar bu
yasaları bir tek yurttaş topluluğuna değil, bütün insan
soyuna getirdiler. Öyleyse glecek yüzyılları düzene sokmak,
birkaç kişinin yanında değil, bütün ulusların yaşayan ve
yaşayacak olan bütün bireyleri karşısında konuşmak olanağını
veren kamu işlerinden uzak durma ne diye, neden iyi insana
uygun düşmesin?
5.Sonuç olarak Kelanthes’in,
Khrysippos’un, Zenon’un kendi ilkelerine göre
yaşayıp yaşamadıklarını soruyorum. Onların ne biçim yaşamak
gerektiğini söylemişlerse, çyle yaşamış olduklarını
söyleyeceksin kuşkusuz. Oysa hiçbiri devlet yönetiminde
bulunmadı. Kamu işlerini yürütecek ne durumda ne mevkide değildiler,
diyorsun.- Buna karşılık bunlar hiç de boş bir yaşam
geçirmediler: Kendilerinin dingin yaşamı başkalarının
konuşmalarından ve ter dökmelerinden nasıl daha yararlı olur,
işte bunu buldular. Böylece bunlar hiçbir kamu işi
yapmadıkları halde, gene de çok iş görmüş duygusu verdiler.
VII.
1.Bununla birlikte 3 tür yaşam
vardır, bunlar arasında en iyisinin hangisi olduğu sorulur
durur: 1.zevki, 2.temaşayı, 3.eylemi amaç edinir. İlkin,
tartışmayı, karşıt öğretilerden yana olanları duyduğumuz
yatışmak bilmeyen kini bir kenara bırakıp bu üçü başka başka
adlar altında aynı noktaya varıyorlar mı varmıyorlar mı
görelim. Zevki öne süren temaşasız değildir, temaşaya
kendisini adayan zevkten uzak değildir, yaşamo eylemlere bağlanmış
olan da temaşadan geri durmaz.
2.Bir şeyin amaç olarak alınmasıyla
başka bir amacın katkısı olarak alınması arasında çok büyük
ayrım vardır, diyorsun-. Elbette büyük ayrım vardır; gene de
biri öteki olmadan; ne o eylemi biraraya iterek temaşa eder,
ne de bu temaşayı büsbütün bırakarak iş görür, ne de kötü
bulmakta anlaştığımız üçüncüsünü gevşek bir zevke gönül
verir; tersine o, mantıkla sağlam kıldığı zevki beğenir.
3.Böylece bu zevk Felsefesi’nin
kendisi de eylem halindedir.
Epikuros zaman zaman, ya zevkin ardından pişmanlık
gelecek olursa ya da hafif bir acı çok daha büyük bir acıyı
önleyecekse, zevkten elini çekeceğini, acıyı bile isteyeceğini
söylediğine göre, bu Felsefe ne diye eylem olmasın?
4.Bunları söylemek nereye varır?
Temaşanın herkesçe beğenildiğini kanıtlamaya varır: Bazıları
onu amaç edinirler; bizim için ise, bu demir atma yeridir,
liman değildir.
VIII.
1.Şimdi Khrysippos’un ilkesine göre kamu
işlerinden uzak durarak yaşamaya izin verildiğini de buna
kat Serenus. Kamu işlerinden uzak durmaya katlanmak
değil, benim söylediğim, bunu seçmek. Bizimkiler bilgenin
rastgele bir Devlette kamu işlerine katılmamasını söylerler.
Kamu işleri ne türlü olursa olsun bilgelerden uzak kaldıktan
sonra bilge kamu işlerinden neden uzak durmamalı? Kamu
işinin mi bilgeden, yoksa bilgenin mi kamu işinden
kaçındığının bilinmesinin ne önemi var? Üstelik O, kendisini
inceden imceye araştıranlardan her zaman kaçacak.
2.Hem hangi Devlet’e katlanabilir ki bilge?
Sokrates’in
(ö. MÖ 399) mahkum edildiği,
Aristoteles’in (ö. MÖ 322) mahkum edilmemek için
kaçmak zorunda kaldığı Atinalılar’ın Devleti’ne
mi? Yoksa hakseverliğin ve iyiliğin çok aşağılık bir şey
olduğu, düşmanlarına karşı insanlık dışı işkence ve
gaddarlık, kendi yurttaşlarına karşı bile düşmanlık gösteren
Kartacalılar’ın Devletine mi?
3.Bundan da kaçarak, Devletleri teker teker
düşün, bilgeye uyacak ya da bilgenin uyacağı hiçbir Devlet
bulamayacağım. Kendimize göre biçimlendirdiğimiz Devlet
yoksa, kamu işlerinden uzak durma herkes için zorunlu olmaya
başlıyor, çünkü kamu işlerinden uzak durmaya üstün
tutabilmiş bir şey hiçbir yerde yoktur.
4.Biri deniz yolculuğu yapmanın en iyi şey olduğunu söylüyor,
arkadan da deniz kazalarının olageldiği ve sık sık
dümencisini ters yöne sürükleyen fırtınaların patladığı
denizde yolculuk yapılmaması gerektiğini söylüyorsa, sanırım
ki, bu, deniz yolculuğunu övmekle birlikte, benim geminin
demirini almamı yasaklıyor demektir...
‘
(ç.Güngör Varınlıoğlu, Latince’den, s.113-22)
-De Tranquillitate Animi, (Ruh Dinginliği),
‘De otio -Bu kitabı De
constantia sapientis ile De transquillitate animi
gibi dostu Annaeus Serenus’a yazmıştır.
Serenus Epikuroscu’dur. Seneca O’nu Stoacı
yapmak istemektedir. Serenus’un Epikurosculuk’tan
Stoacılığa geçişini biz sırasıyla De constantia
sapientis, De transquillitate animi ile De otio’da
izleyebiliriz. 1.de Serenus henüz Epikuros’a
bağlıdır, Seneca’ya karşı koyar, O’nunla eğlenir,
O’na kızar. 2.de Stoacı olmaya hazır duruma gelmiştir. Ancak,
birtakım kuşkuları, birtakım sorunları vardır. Seneca,
burada Serenus’a gerekli açıklamaları yapar. 3.de
Serenus artık Stoacı’dır, üstelik Seneca’dan daha
koyu bir Stoa’cı. Kamu işlerinden uzaklaşmayı, bir yana
çekilmeyi salık veren Seneca’yı öğretiye karşı
çıkmakla suçlar, Seneca da kendini savunur, yeni
davranışını doğru göstermeye, tutumunun Stoa’nın ilkelerine
uygun olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Seneca’nın De
transquillitate ile De Otio’da ortaya
sürdüğü düşünceler birbirine karşıttır. Yazar De
transquillitate animi de bilgeyi Devlet işlerinden uzak
tutmak isteyen Athenodoros’a karşı çıkarken, De
otio’da Athenodoros’un düşünmesini hiçbir
sakınca duymadan kendi düşüncesi olarak neden savunuyor?
Burada Seneca’nın durumundaki değişiklik akla geliyor.
De transquilitate animi’yi Saray yaşamı içinde,
De otio’yu ise saraydan ayrılış yılı olan
62’den sonra yazmıştır. (Güngör Varınlıoğlu )
-De Providentia, (Tanrısal Öngörü),
-De Vita Beata, (Mutlu Yaşam),
-Divi Claudii Apocolcyntosis,
-Epigrammata et Divi Claudii apocolocyntosis, ,
-Epistulae Morales ad Lucilium, (Lucilius’a
Ahlaki Mektuplar),
20 Kitap, 124 Mektup,
‘Seneca Lucilius’una Selam eder
Yanından gelenler, senin kölelerinle arkadaşça
geçindiğini söylüyorlar. Buna çok sevindim. Senin bilgeliğine
de bu yakışır. ‘Onlar köledir’, diyecekler: Ama onlar aynı
zamanda insandırlar. Onlar köledir, evet ama bizim
can yoldaşlarımızdır. Köledirler, evet ama bizim en
yakın dostlarımızdır. Köledirler, evet ama bizim de
onlar kadar kaderin elinde olduğumuzu düşünürsen biz de
onlar gibi birer köle değil miyiz? Bunun için,
kölesiyle yemek yemeyi ayıp sayanların aklına şaşarım. Niçin
mi? Öünkü, şu köle kalabalığıı yemek yiyen efendinin
etrafına diken, kibirli bir alışkanlıktan başka nedir?
Efendi midesinin alabildiğinden fazla yer; her
şeyi, boğazına tıkarken harcadığından daha büyük bir çabayla
çıkarmak üzere, gerilmiş ve artık görevini yapamaz olmuş
karnını büyük bir açgözlülükle doldurur. Bahtsız köle ise,
konuşmak için bile ağzını açamaz: Sopa her mırıltıyı
bastırır; öksürük, aksırık, hıçkırık gibi elinde olmayan
şeyler yüzünden bile, köleden dayak esirgenmez. Herhangi bir
sesle susmayı bozmanın büyük cezası vardır. Sabaha kadar aç
karnına ses çıkarmadan durular. Sonuç olarak, efendilerinin
ardından konuşurlar. Oysa bir zamanlar yalnız efendilerinin
yanında değil, efendilerinin kendileriyle de konuşup görüşen,
ağızları dikilmeyen köleler, onların yerine başkalarını
vermeye, çatan tehlikeyi kendi üstlerine çevirmeye
hazırdılar; şölenlerde konuşur, ama işkence sırasında ses
çıkarmazlardı. Sonra, şu ‘ Her köle, bir düşman’ değimi, hep
o gururun yaygarasıdır. Köleler bizim düşmanımız değildir,
biz onları kendimize düşman ediyoruz.
Bu arada, bazı gaddarca, insana yakışmaz
hareketleri, köleyi insan değil de hayvanmışcasına
horlayarak kullandığımızı, biz yemek sofrasına uzandığımız
zaman onlardan kiminin tükürük temizlediğini, kiminin
yerlere kapanarak sarhoşların artıklarını topladığını ayrıca
söylemek gerekmez. Kimi ise pahalı kuşları keser, usta
elini belirli hareketlerle hayvanın göğsünden ve butlarından
geçirerek parçalara ayırır. Ancak bunun için, kuşları
yordamınca kesmek için yaşayan bahtsız! Yalnız şu var ki, bu
işi zevk için öğreten, zorla öğrenenden ne kadar daha
zavallıdır! Birinin görevi şarap sunmak mı? Öyleyse kadın
gibi süslüdür; yaşı ile cenkleşir. Çocukluk çağından bir
türlü kurtulmaz: Bırakmazlar. Artık askerlik çağına geldiği
halde yüzü tüysüz, kılları kazınmış ya da bir tamam
yolunmuştur; efendisinin sarhoşluğuna ve keyfine harcadığı
bütün geceyi uykusuz geçirir, kendi odasında erkek, şölende
oğlan çocuğudur. Konukları gözetmekle görevli bir başkası,
zavallı, hep ayakta, dalkavukları ve boğazlarının ve
dillerinin ölçüsüzlüğü dolayısıyla ertesi gün yine öağrılacakları
süzer durur. Bunlardan başka, efendilerinin ağız tadı
üstüne ince bilgisi olan, onun iştahını nelerin açtığını,
nelerin gözüne hoş göründüğünü, ne gibi bir yeniliğin onun
mide bulantısını giderdiğini, doyunca nelerden
hoşlanmadığını, o gün canının ne istediğini bilenler de
vardır. İşte, efendi bunlarla birarada yemeğe katlanamaz,
kölesiyle bir masada yiyecek olsa görkeminden yitireceğini
sanır.
Tanrılar beterinden saklasın! Gerçekte bu efendilerin
nicesinin birer efendisi vardır! Ben, Callistus’un
eşiği önünde eski efendisinin
beklediğini, boynuna bir yafta asarak işe yaramaz köleler
arasında satışa sürdüğü kimse başkalarını huzuruna kabul
ederken, kendisinin dışarıda bırakıldığını gördüm.Tellal’ın
sesini denediği 1.gruba atılan köle
efendisine böyle karşılık verdi; bu kere efendisini o
reddetti, evine layık bulmadı Efendisi Callistus’u
satmış, ama Callistus efendisine neler etmemiş!
Bir düşünsene! Şu köle dediğin aynı tohumdan
doğmuş değil mi? aynı gökten faydalanmıyor mu? Başkaları
gibi nefes almıyor, yaşamıyor, ölmüyor mu? Senin onu özgür
olmuş görebileceğin kadar O da seni köle görebilir. Varus
felaketi sırasında, talih, gayet parlak ailelerden olup
askerlik hizmeti yoluyla senatoya girmeyi tasarlayan bir çok
gençleri çşkertti; kimi çoban, kimi kulübe bekçisi oldu.
Şimdi hor gör bakalım, hor gördüğün anda haline
düşebileceğin zavallıyı! Geniş olduğu oranda bilinen bir
konuyu ele almak, kendilerine karşı büyük gururla, gayet
gaddarca, hoyratça davrandığımız kölelerin kullanılışı
üstünde söze girişmek istemiyorum. Yalnız öğüdüğümün özünü
dinle: Kendinden üstün olan seninle nasıl yaşasın (sana
nasıl davransın) istiyorsan, senden aşağı olanla ( sen de)
öyle yaşamalı (öle davranmalı) sın. Kölene neler etmeye
izinli olduğunu düşündükçe, senin efendinin de sana o
kadarını yapabileceğini aklına getir. ‘Ama benim efendim yok
ki...’ diyeceksin. Ömrünün güzel bir devri bu; fakat belki
bir gün böyle bir şey ( senin de) başına gelecektir.
Hekane’nin, Karun’un, Dara’nın anasının,
Platon’un,
Diogenes’in
hangi yaşta kölelik etmeye başladıklarını biliyor musun?
Kölene karşı şefkatli, hatta nazik ol; onunla konuş,
birlikte yaşa.
Kibarlar alayı bu sözüm üzerine, ‘İnsanı bundan
küçük düşürecek bundan çok utandıracak şey olmaz’ diye
haykıracaklardır. Ben böyle söylenenleri, başkalarının
kölelerinin ellerini öperken yakalayabilirm. Atalarımız,
efendilerinin çirkin, kölelerinin ise onursuz durumuna
hafifletmişler, onu da mı görmüyorsunuz? Efendiye pater
familias demişler, kölelere de mimos oyunlarında
hala yaşayan familiares
adını vermişler, kölelerine yalnız
efendileriyle yemek yiyecekleri bir bayram günü ayırmakla
kalmamış, küçük bir devlet saydıkları evlerinde onların her
türlü şeref yerine geçmelerine ve hak dağıtmalaına izin
vermişler. ‘Öyleyse bütün köleleri soframa mı alacağım?’
Tıpkı, bütün özgürleri aldığun gibi. Şu katırdır, şu
sığırtmaçtır diye, aiağılık iş gören bazılarını sayacağımı
sanıyorsan, yanılıyorsun: Ben her birinin değerini, görevine
değil, ahlakına göre vereceğim. İnsan kendi ahlakını yaratır,
ama görevini ona rastlantı yükler. Kimi layık olduğu için,
kimi de layık olmak için seninle birlikte yesin. Çünkü alçak
durumlarından ötürü kendilerinde kölece bir şey bulunanlar,
daha şerefli kimseler arasında yaşamakla bunu üstlrinden
sileceklerdir.
Dostum Lucilius,arkadaşını yalnız forumda
ya da Senato’da araman için hiç bir neden yoktur: Bu işe
dikkatle sarılırsan, aradığını evinde de bulursun, işleyecek
usta el olmazsa, çok kere cevher bir işe yaramaz: Dene,
göreceksin. At alırken, hayvana bakacak yerde onun örtüsüne
ve gemlerine bakmak ne ahmakça bir şeyse, insanı, elbisesine
veya elbise gibi onu saran durumuna bakarak değerlendirmek
de o kadar ahmakça bir iştir. ‘Köledir’ diyecekler. Peki ama
belki özgür bir ruhu vardır. ‘Köledir’, bunun ne zararı
olabilir? Köle olmayan birini göster: Kimi şehvetin, kimi
tamahın, kimi şeref tutkusunun, herkes umudun, herkes
korkunun kölesidir. Yaşlı bir kadına kul olan eski
Konsüllerden birini bilirim: Bir zengin, bir çok soylu
gençler gösterebilirim ki, biri bir hizmetçi kızcağızın,
ötekiler pantomima oyuncularının kölesidir. İradeye bağlı
kölelikten daga ayıbı yoktur. İşte bu yüzden şu
tiksinenlerin, adamlarına sevimli görünmekten ve yukarıdan
aşağıya bakmaksızın onlara üstün olmaktan seni caydırmaları
için hiç bir neden yoktur. Kölelerin korkacaklarına seni
saysınlar.
Korkacaklarına, efendilerini saysınlar dedim
diye, şimdi biri çıkıp benim köleleri başlarına takke
geçirmeye
, efendilerini bulundukları
yücelikten atmaya yüreklendirdiğimi iddia edecek; ‘Öyleyse,
saygılarını sunmaya gelen azatlılar gibi saysınlar demeye
getiriyorsun, değil mi?’ diyecek. Bunu söyleyen, sayılan ve
sevilen Tanrı’ya yeter olanın efendilere de yetmesi
gerektiğini unutuyor. Sevgi ile korku birarada olamaz.
Bundan ötürü, kölelerinin senden korkmalarını istememekle,
onları ancak sözle cezalandırmakla bence çok doğru hareket
ediyorsun. Yalnız hayvanlar sopa ile yola getirilir.
Betimize giden her hareket bizi her zaman incitmez; ancak
zevk ve sefa bizi zorla köpürmeye sürükler: İstediğimize
uymayan herşeye öfkeleniriz. Kralmışız gibi bir tavır
takınırız: Çünkü Krallar da kendi güçlerini ve
karşılarındakilerin güçsüzlüğünü unutarak, hakarete
uğrarmışcasına kızar, hiddetlenir: Oysa durumlarının
yüceliği, onlara böyle bir tehlikeden esirgemektedir. Bunu
da bilmez değiller; ama kötülük etmek için kolladıkları
fırsatı kaçırmak istemezler: haksızlık etmek için haksızlığa
uğradıklarına inanmış gibi yaparlar.
Daha fazla vaktini almak istemiyorum. Zaten seni
yüreklendirmek de gerekmiyor. Temiz ahlakın bir de şu
iyiliği var ki, kendinden hoşnut ve süreklidir. Bozuk ahlak
ise oynaktır, sık sık değişir: Daha iyi değil, daha kötü
olur. Sağ ol.’
‘Ölçülü tutkuları olmak mı, ya da hiç bir
tutkusu olmamak mı daha iyidir dersen Lucilius, Bizim
Stoacılar hiç bir tutkuyu istemiyorlar,
Aristotelescilerse, ölçülü
olmak şartıyla kimilerine göz yumuyorlar. Ben, kendi payıma,
bir hastalıktan vucudun nasıl yararlanabileceğini
anlamıyorum. Korkma, elinden alınmasını istemediğin hiç bir
şeyi senden ayıracak değilim. Ben ancak kötü ve bozuk olanı
alacağım senin elinden. Şehveti ve sefihliği senden alıyorum
ama yaşayışını tatlı kılabilecek her şeyi sana bırakıyorum.
Onlar seni yöneteceği yerde, sen onları yönet. Bütün
tutkuların doğal kaynaktan çıktığını bilmez değilim. Bunlar,
yaşamaya katlanabilmek için gereklidir. Ancak, şehvet ve
sefihlik, yaşamaya katlanabilmek için değil, sadece
kendileri için gereklidir. O halde kapılarımızı bunlara
kapayalım. Çünkü onları içeri almak kolaydır ama dışarıya
atmak zordur Lusilius..’
‘Sadece namusun iyi olduğunu
anlamadıkça mutlu olamazsın Lucilius. Çünkü mutlu
yaşamak için kuşkuyla titrememek gerekir. Bizi güvene
götüren tek bir yol varsa, o da bütün dış şeyleri hor görmek
ve namusla yetinmektir. Kendini erdem’e değil
de talih’e bırakırsan özgürlüğünden olur, başkasına
boyun eğersin. Gerçek iyiler, aklın verdikleridir. Çünkü
onlar sağlam ve süreklidir. Mutluluk budur
Lucilius.. ‘
-Tragoediae, Trajedyalar, 9 tanedir.
-Agamemnon,
-Hercules Oetaeus, (Otea Dağında Herkules),
-Medea,
-Hercules Furens, (Kızgın Herkules),
-Oedipus,
-Phoenissae, (Fenikeli Kadınlar),
-Thyestes,
-Troades Hecuba, Truvalı Kadınlar,
-Naturales Questiones, (Doğa sorunları), 7 kitap,