Lucius Annaeus Seneca

MÖ 004-MS 065

 

                Roma’lı Düşünür.

     İspanya’nın o Zaman Önemli Kültür Merkezleri’nden biri olan Corduba Kenti’nde  doğdu. Ailesi Varlıklı’ydı. Babası Edebiyat’a Düşkün’dü. Annesi Helvia Bilgili bir Kadın olmamakla birlikte, Çocuklar’ını Çalışmalar’ında desdekledi. 3 Kardeş’in Ortanca’sıdır. Küçüklüğünde Teyzesi O’nu Roma’ya götürdü, ve Eğitimi O’nun tarafından üstlenildi.

     Zamanına uyarak Rhetorik okudu. Genç Yaş’ında Filosofi’ye İlgi duydu.

     Stoacı Attalus’un Öğrencisi oldu. Pythagorasçı Sotion’la, Kinik Demetrius’un Dersleri’ni de dinledi. Bu Öğretileri içten izledi ve uyguladı.

     Roma İmparatoru Tiberius, Filozoflar’dan hoşlanmadığı için, Babasının Zorlaması’yla Avukat oldu.

     31-32 Yılları’nda Quaestor’luk (Devlet Hazinesi’nin Yönetimi) Elde etti. Büyük Çapta bir Hatiplik Ünü’ne kavuştu. Bu Başarısıyla Caligula’nın Kıskançlığını, Kin’ini üzerine çekti. Öldürülmekten Bozuk Sağlığı Sayesinde kurtuldu.

     Oğulları için yazdığı bir Güzel Sözler Derlemesi’nden  dolayı ‘Hatip Seneca’ Adıyla anılırdı.

     40 Yaş’ında Avukatlığı bırakarak Filosofi’ye döndü. Caligula’nın Kız Kardeşi’yle Arkadaşlık ettiği sıralarda, bunlardan biriyle İlişkisi olduğu söylenmiş, İmp. Claudius’un ilk Karısı Messalina O’nu 41 Yıl’ında Korsika Adası’na sürdürmüştür. Önceleri burada Oturma’yı Cesaret’le başarmış, sonra Moral Bozukluğu’na karşı kendisini Şiir’e ve Bilim’e verdi. Yine de Umutsuzluk’tan kurtulamadı. Annesi’ne yazdığı Avuntu (Ad Helviam matrem de consolatione) kendisin dediir de.  Yürekliliği iyice kırılınca, Claudius’un Azatlısı Polybius’u Kardeşi’nin Ölümü için (Ad Polybium de consolatione ile) avutmaya çalıştı. Aslında ise Eser Sürgün’e Son verilmesi Amacıyla hem Polybius’a, hem Claudius’a yaltaklanır. Nitekim İmp.un Askeri Başarıları’nın Övgü’sünün ardından Ölüm’ünden sonra O’nunla evlendi ( Divi Claudii apocolocyntosis ).

                İmp. Claudius’un İkinci Karısı Agrippina, Seneca’yı 49 Yılı’nda Sürgün’den Geri çağırttı. İlkin Politika’ya girmek istemedi, sonra da Agrippina’nın sunduğu Praetorluk (Yargıçlık) ile sonraları kendisini Ölüm’e Mahkum edecek Nero’a  Öğretmenlik etti. Bu Davranış’ı Sözde Çocuğu Annesi’nin Eli’nde sürüklenmekten kurtarıp İyiliğe yöneltmek Amacıyla doğrulamaktadır. Sonraları Claudius’un Oğlu Britannicus’a Karşı, Agrippna’nın oğlu Nero’nun İmp. Olmasında Etkinlik gösterdi. 13 yıl (49-62) Debdebe içinde bir Saray Hayatı sürdü. Yetki, Dostu Burrus ile O’nun El’indedir. Bu sürede Nero’nun Hoşuna gitmek için, O’nun İstekler’ine uydu. Örneğin Agrippina’nın öldürülmesini övdü.

                Birtakım kimselerin Saldırılar’ını üzerine çekti. Çok Zengin’di. Karısı’nın Ölümü’nden Uzun Süre geçtikten sonra, Genç, Güzel , Varlıklı Pompeia Paulina ile evlendi. Bunlar Dedikodu Konusu oldu. Seneca bunlara Karşılıkta bulunmak için, Yetkisini kullandı, Yeteneğini harcadı.  Sonunda Devlet İşleri’nden çekilmeyi düşündü.

                62 de Nero’dan Para’sını, Mal’ını O’na bırakıp yanından çekilme İzni istedi. İmp. ‘Hayır’ der. Seneca, Nero’dan aldıklarının bir Bölüm’ünü Geri vermek Fırsat’ını bulur. Sağlığını neden olarak öne sürüp Yalnız kalmayı, Bütün Etkinliğini Filosofi’ye vermeyi sağlar.

     Piso Suikastın’a Karışmakla suçlandı ve 65 de Damarlar’ını keserek kendisini Öldürmeye Mahkum etti.

     Her Başarısı Kıskaçlık uyandıran ve kendisine birçok Düşmanlar kazandıran Seneca, Roma Stoacılığı’nın 4 Büyük Düşünürü’nden (Cicero (ö. MÖ 43), Epiktetos, (ö.138) Marcus Aurelius)  biridir. Bu Okul’un Bütün İlkeleri’ne Bağlı’dır, Okul’un en Aykırı Düşünceleri’ni bile savunur.

     Grek Stoacılığı’nın Panteizm’ini benimsedi, Bireysel Ahlak’la Devlet’in ve Toplum’un Görevleri arasında bir Bağıntı kurmaya çalıştı.

     Toplum’a Yararlı olmak için, İnsanlar’a Doğru yolu Filosofi ile göstermek istedi ve Yazılar’ında bir Ahlakçı olarak belirdi.

     Özellikle Ahlak Yazıları’yla Çağdaşı olduğu Pavlus Hristiyanlığı’nı Büyük çap’ta etkiledi. Bu nedenle ‘Hristiyanlığın Akrabası’ olarak anılır.

     Evren’i Maddi ve Rasyonel bir Bütün olarak gördü.

                Ruh’un Ölümsüzlüğü’ne inanırdı. Doğabilim’i bakımından, Stoacılığa Yeni Değerler kazandırdı.

                Yaşamak için en Gerekli Şey saydığı Ahlak’ı bir Bütün olarak ele alan Ahlakçı’dır.

                Ekonomi Alanı’nda da bölük börçük de olsa, birtakım Düşünceler ileri sürdü.

                Dialoglar’ının her birinde bir Ahlak Sorunu’nu Ele aldı. O’na göre en Yüksek İyi, Erdem’dir (De vita beata), Gerçek Mutluluk da Ruh Dinginliği’ndedir (De tranquillitate animi). Yöneticiler İnsaflı olmalıdırlar( De clementia). İnsanlar Tanrı’ya Boyun eğmelidirler ve birbirlerini sevmeli ve saymalıdırlar ( De providentia).

                Mektuplar’ında da Ders Verici nitelikte birçok Düşünce Özdeyiş Biçiminde yer alır: İnsanlar Eşit’tir. Doğuş  Şartları İnsanlar arasında bir Ayırım yaratamaz. Kişi İnsanlar’dan uzak yaşarsa, Mutlu olur. Bilge Tutku bilmez. Mektuplar bir Büyük Filozof’un Sözü’yle Son bulur.

                Yazılar’ında Seneca Tutarlı görünse de Eylemler’i ile karşılaştırıldığında Çelişkiler bulunur. Zamanında çok tutunsa da sonraları Quintilianus ile Tacitus (ö.120) tarafından eleştirilecektir. Cicero gibi o da Zaman’ının bir Tanığı olarak ona Uygun Düşünceler’i savunmuştur. Modernçağ’da Roma Edebiyatı’nın en İlginç Yazarlarından sayılacaktır. ‘Kısa, Ustalıklı, Daldan dala atlayan, Konuşma’yı andıran Stiliyle de, Düşünce’siyle de Çekici bir Yazar’dır’ der G. Varinlioğlu.

 

                Eserleri:

                Eserlerinin hepsi günümüze gelmedi. Örneğin şiirleri, söylevleri kayıptır. Elimize  geçenler tümün küçük bir bölümüdür. Bazılarını kıslatma biçiminde, bazılarını sözünün edilmesiyle ad olarak biliyoruz.

     -Toplu basımı ilk olarak editio princeps [1] adıyla yayınlandı. Bu derlemede eksik ve fazlalıklar vardır. Daha sonra yapılan türlü basımlarda bunlar düzeltilmiştir. Son derlemelerden birini F.Haase hazırladı.[2]

                -Dialogi, ( Söyleşiler), 12 söyleşidir, Bunların 3 tanesi Avuntu’dur:

                -Ad Helviam matrem de Concolatione, Annem Helvia’ya Avuntu,

                -Ad Marcian de Consolatione, Marcia’ya Avuntu,

                -Ad Polybium de consolatione, (Polybius’a Avuntu),

                -De Benefictiis, İyilikler, [3] 7 Kitap

            ‘Köle de ne demek oluyor Lucilius? Şehvet ve oburluğun yüzünden asıl köle sen değil misin? Hepimiz aynı kökten, aynı kaynaktan gelmekteyiz. Hiç kimse başkasından daha soylu değil, ünlüdürler. Herkesin bir tek babası vardır, o da Gök Tanrısı’dır. Parlak ya da sönük basamaklarla herkesin kütüğü O’na çıkar.  ‘‘[4]

                -De Brevitale Vitae, (Yaşamın Kısalığı), [5]

                -De Clementia,( İnsaf),[6]

                        Seçme Parçalar

                        X.Öyleyse? Krallar da ölmezler mi? Öldürürler, fakat kamu yararının onları böyle yapılmasının gerektiğine inandırdığı durumlarda öldürürler; oysa gaddarlık, tiranların yüreklerinde vardır. Tiran Kral’dan adı ile değil, eylemleri ile ayrılır; nitekim büyük Dionysios pek haklı olarak birçok Krallardan üstün tutulabildiği gibi, düşman kalmayıncaya değin öldürmekten boşalamayan L.Sulla’ya Tiran denmesini  de kim engeller? Varsın diktatörlükten seçilmiş, sivil hayata geri dönmüş olsun, hangi Tiran günün birinde 7000 Romalı’nın  toptan öldürülmesini buyurmuş olup, Bellona Tapınağı’na yakın bir yerde otururken, kılıç altında inildeyen binlerce kişinin sesini işitince, Senato’nun korkuya kapılması karşısında; ‘İşimize bakalım, sayın Senato üyeleri, baş kaldıran 3-5 kişi benim buyruğumla öldürülüyor’ diyen Sulla kadar doymazlıkla insan kanı içmiştir? Söylediği yalan değildi. Sulla’ya birkaç kişi geliyordu. Fakat yurttaş oldukları halde aynı gövdeden bölünüp her nasılsa düşman adı alınca, böyle düşmanlara ne türlü kızılması gerektiğini az sonra göreceğiz; şimdi şunu söylüyorum ki, biri ötekinden daha küçük silahlı kuvvetle korunmasa da, Tiran ile Kral arasında başlıca ayrılık noktası insaftır. Kral silahlarını barışı korumak için kullanır, Tiran ise büyük kinleri büyük korkuyla bastırmak için, üstelik Tiran kendisini bıraktığı ellere güvenlik içinde bakmaz, tersliklerden  tersliklere sürüklenir; çünkü kendisinden korkulduğu için, üzerine kin çeken biridir, ona karşı kin duyulduğu için de, kendisinden korkulmasını ister, birçoklarını aalaşağı eden şu iğrenç dizeyi kullanır: ‘Kin beslesinler, yeter ki korksunlar’; ölçüyü aşacak biçimde üyüdüğü yerde, nice büyük kızgınlığın doğduğunu bilmez de ondan.

                        Çünkü aşırı olmayan korku duyguları dizginler; insanı en uçlara yaklaştıran, sürekli, sert korku ise duyguları cürete iter. İple ve tüyle kapatılmış hayvanlar böyle durdurulur; bunlara arkadan bir atlı oklarla saldırsın, çekinmiş oldukları şeylerin arasından geçerek kaçmayı deneyecekler ve korkuyu çiğneyip geçeceklerdir. En  büyük yüreklilik, çıkar yolu kalmamış zorunluluğun verdiği yürekliliktir. Korkunun güvenlik payı bırakması ve tehlikelerden çok, umut göstermesi gerekir; böyle olmazsa, rahat duran biri için duyulan korku eşitse, tehlikeye atılmak ve kendi canını başkasının ki gibi harcamak insanın hoşuna gider.

                        XI.Barışcı ve sakin bir Kralın kamu esenliği için kullanacağı, kendisine bağlı yardımcıları vardır, (kamu güvenliği uğrunda titizlikle çalıştığını gördüğü için) onunla övünürler, Kralı beklercesine her yorgunluğa seve isteye katlanır; buna karşılık kendi çevresi bile, sert ve kann dökücü kişiyi  yük olarak görse gerektir. Herhangi bir kimsenin, işkence ile öldürmek için hazır işkence sehbası be kıyım aracı diye kullandığı, hayvanlara parçalattığı gibi, önlerine insanları attığı, iyi niyetli ve kendisine bağlı hizmetkarları olamaz; böyle biri, işlediği kıyımların tanığı ve sorunlusu olan tanrılardan, insanlardan korktuğu için, bütün suçlulardan daha çok endişeli, daha çok kaygılıdır; öyle bir noktaya getirilmiştir ki, artık davranışını değiştiremez. Çünkü gaddarlığın öteki kötülükler arasında belki de en kötü olan yanı şudur: Gaddarlığı sonuna dek sürdürmek gereklidir, iyi şeylere dönüş yolu açık değildir; çünkü kıyımlar kıyımlarla korunmak zorunludur. Artık hep kötü olmak zorunda olan bir adamdan daha mutsuz ne vardur? Böyle biri, hiç değilse kendi açısından acınacak bir kimsedir: Çünkü silahlardan korktuğu için, silahlara  sığınarak, çocukların saygısına değil, dostlarının bağlılığına güvenerek, evinde olduğu ölçüde dışarıda da bütün kuşkulu davranışlara karşılık vermiş, kıyımlarla ve yağmalarla gücünü yürütmüş olana başkalarının acıması yakışık almaz;  yaptıklarını, yapacaklarını gözden geçirince, kıyımlarla, işkencelerle dolu vicdanını açınca, çok kere ölümden korkar, daha çok kere ölüm isteği duyar, hizmetçilerinden çok kendi gözünde iğrençtir. Tersine, her şeye özen gösteren, yerine göre bazı şeyleri daha çok, bazılarını daha az gözeten, devletin bütününe, kendine baktığı gibi bakan, yumuşaklığa yatkın olan, sert çarelere ( bunun bilincine varmak yararlı olsa bile) ne denli istemeye istemeye el uzattığını gösteren, içinde hiçbir düşmanca, hiçbir gaddarca duygu beslemeyen, emirlerini yurttaşlarının beğenmesi isteğiyle, gücünü herkesin esenliği uğruna, barış içinde yürüten kimse, mutluluğunu kamuyla paylaşmış ise, kendisine göre çok mutludur; tatlı dilli, yaklaşılması kolay, sevimli -insan bununla halkı kendine kazanır-, haklı isteklere eğilimli, haklı olmayan şeylere aşırı sertlik göstermeden karşı çıkan biridir, sevilir, savunulur, sayılır. İnsanlar onun hakkında herkesin içinde de gizli olarak da eş sözler ederler; oğullar edinmek isterler, kamu felaketlerinde beliren kısırlık kapanır; hiç kimse çocuklarına böyle bir yüzyılı gösterebileceği için kendisinin iyi bir baba olduğundan  kuşku duymaz. Bu Hükümdar yaprığı iyilikle tehlikeden uzak olduğu için, hiçbir bakımdan koruyucuya gereksinme duymaz, silahları da süs yerine geçer.

                        (Latince’den ç. Güngör Varınlıoğlu, s.30-33)

               

-De Ira, (Öfke Üstüne),

-De Constantia Sapientis, (Bilgenin Sebatı) ,

-De Otio, (Kamu İşlerinden Uzak Durma),[7]

            I.

                        1....bize kusurlar salık vermekle söz  birliği etmişlerdir. Esenliğimiz için başka bir şeye girişmesek bile, yalnız kabuğumuza çekilmemiz gene de yararlı olacak: teker teker daha iyi kişiler olacağız. Kendimize göre yaşamımızı düzenleyebileceğimiz bir örnek seçmek, en iyi kimselerin[8] yanında bulunmak nasıl sağlanır? Bu, kamu işlerinden uzak kalmadan olmaz: O zaman henüz güç kazanmamış kanılarımızı halkın yardımıyla sarsacak bir kimse işe karışmadıkça, bir kere benimsenmiş olan bir görüş korunabilir; o zaman birbiriyle ilgisi olmayan tasarılarıyla parçaladığımız yaşamımız düz ve tek bir gidiş gösterebilir.

                        2.Çünkü bütün kötülükler içinde en kötüsü kusurlarımızı dahi değiştirmemizdir. Böylece artık alışılmış bir tek kötülükte direnmek bile kalmaz bize: Bir şeyin ardından başka bir şey hoşumuza gider, yargılarımızın yalnız yanlış olmasından değil, bir de değişken olmasından çekeriz.

                        3.Dalgalara kapılmış gibiyiz, bir şeyi bırakıp başka bir şeye sarılıyoruz; istediklerimizi bırakıyoruz, bıraktıklarımızı yeniden istiyoruz: Hırs ile pişmanlık sırayla ağır basıyorlar. Çünkü hepimiz başkalarının yargılarına bağlıyız; biz övünülecek ve istenecek şeyi değil, isteklisi ve övücüsü çok olan şeyi beğeniriz, yolu kendisine bakarak iyi ya da kötü saymayız, ayak izlerinin çokluğuna, geri dönenlerininn hiç olmamasına bakarak iyi deriz.

                        4.Bana diyeceksiniz ki ‘Ne yapıyorsun, Seneca? Partini bir yana bırakıyorsun! Sizin Stoacılarınız değil mi şöyle diyen: Yaşamımızın sonuna dek eylemde olacağız, herkesin iyiliği için çalışmayı, teker teker herkese yardım etmeyi, düşmanlara bile el uzatmayı, çaba göstermeyi bırakmayacağız. Biz hiçbir yaşa ayrıcalık tanımayan, o ünlü çok güzel konuşan yiğidin ‘ak saçlarımıza miğfer geçiriyoruz’[9] dediği insanlarız; biz ölümden önce etken olmaktan geri kalmayacak, olaylar elverirse, ölümümüzün kendisi bile etken olacak insanlarız. Bize Zenon’un karargahında Epikuros’un buyruklarından ne diye söz ediyorsun? Partinden hoşnut değilsen, ne diye ihanet edecek yerde, iyi, ağırbaşlı bir davranışla karşıya geçmiyorsun?’ Şimdilik sana şu karşılığı vereceğim: ‘Acaba benim kılavuzlarıma benzer olmam sana yetmiyor mu? Öyleyse? Onların beni gönderdikleri yere değil, götürdükleri yere gideceğim.’

            II.

                        1.Şimdi sana Sooacılar’ın ilkelerinden uzaklaşmadığımı kanıtlayacağım, çünkü kendileri de o ilkelerden uzaklaşmadılar (onların ilkeleri değil de, yalnız örneklerini izlemiş olsam bile,  gene de rahat bağışlanırdım). Sözümü iki bölüme ayıracağım: Bir kere, herhangi bir kimse, ilk gençliğinden başlayarak kendini tümüyle, gerçeği temaşaya bırakabilir, yaşama kuralı arayabilir, bunu bir yan çekip uygulayabilir.

                        2.Sonra da artık askerlik görevini bitirmiş, yaşı geçmiş biri aynı işi hakkıyla yapabilir ve tıpkı görevlerini yıllara bölmüş olan ve önce kutsal görevlerini yerine getirmeyi öğrenen, öğrendikten sonra da öğreten Vesta Rahibeleri gibi, bu uğraşılarını başkalarıyla aktarabilir.

            III.

            1.Zenon’un ya da Khrysippos’un sözüne karşı hiçbir şey yapmamayı kendime yasa olarak aldığım için değil, doğrudan doğruya sorun onların düşüncesine katılmama yol açtığı için, bunun Stoacılar’ın da düşüncesi olduğunu göstereceğim; her zaman bir tek kişinin düşüncesini izlemek Senato’da değil, Partide olur. Keşke artık her şey insanların elinde olsaydı, tümüyle gün ışığına çıkmış gerçek herkesin gözü önüne serilseydi, kararnamelerimizden hiçbir şey değiştirmeseydik! Şimdi gerçeği, gerçeği öğretenlerin kendileriyle birlikte arıyoruz!

            2.‘Epikurosculuk’la Stoa arasında özellikle, çoğu şeylerde olduğu gibi, bu konuda da ayrım vardır. Buna karşı, her ikisi de değişik yollardan kişiyi kamu işlerinden uzak durmaya götürür. Epikuros der ki:

            Olağandışı bir şey olmazsa bilge, devlet işine girmeyecek. Zenon der ki:

            Bir engel olmazsa, bilge devlet işlerine karışacak.

            Biri kamu işlerinden uzak durmaya ilkesi gereği yönelir, öteki de neden olarak.

            3.Bu neden, geniş alanlıdır: Devlet kendisine yardım edilemeyecek ölçüde bozuksa, kötülüklerle karartılmışsa, bilgi boşu boşuna çaba göstermemeli. Güçlü de değilse ve Devlet  ona yer vermezse, sağlığı kendisine engel olursa, nasıl hasar görmüş gemiyi denize indirmezse kendini de bu yola sokmamalı.

            4.Öyleyse, bir kimse tam bir güvenlik içinde kalabilir, tam bir eylemsizlik içinde bile uygulanabilen erdemleri geliştirerek bütün kamu işlerinden uzak durup, yaşamını sürdürebilir.

            5.Gerçekten insandan insanlara yararlı olması istenir: Olabiliyorsa, birçoklarına, olmadı, birkaç kişiye, olmadı, çok yakınlarına olmadı, kendine. Çünkü insan başkalarına yararlı oluyorsa, kamu yararına çalışıyor demektir: Nasıl kendini küçük düşüren kimse yalnı kendine değil, iyi bir insan olsaydı yararlı olabileceği herkese de zarar verirse, öylece her kim kendine hizmet ediyorsa, yararlı olmaya kendini hazırlamakla, başkalarına yararlıdır.

            IV.

                        1.İki Devlet düşünüyoruz: Biri büyük ve gerçekten kamunun olan, tanrıları ve insanları kapsayan, gözlerimizin şu ya da o köşesine takıldığı Devlet değil,  ülkemizin sınırlarını güneşle ölçtüğümüz Devlet; öbürü bütün insanları değil de, belli bir bölümünü içine alan, doğuş koşullarımızın bize yazdığı Devlet ( bu bazıları aynı zamanda her iki devlete, küçüğüne de, büyüğüne de ilgi gösterir. Bazıları yalnız küçüğüne, bazıları yalnız büyüğüne.

                        2.Bu büyük devlete kamu  işleriğnden, uzak kalarak da, üstelik uzak kalarak daha da iyi hizmet edebiliriz; çünkü böylece erdemin ne olduğunu, bir tek mi, pek çok mu olduğunu, kişinin doğasının mı yoksa sanatının mı kişileri iyi kıldığını araştırırız; denizlerin, karaların ve denizde, karada bulunanların bir tek bütünden mi oluştuğunu yoksa Tanrı’nın oraya buraya bu tür birçok nesneler mi serptiğini araştırırız; her şeyin kendisinden doğduğu maddenin kesintisiz ve dolu mu yoksa yayılmış mı, katı kısımlarının karıştığı bir boşluk mu olduğunu araştırırız; Tanrı’nın yerinin ne olduğunu, eserine mi baktığını yoksa onu devinime mi geçirdiğini, acaba dıştan onu  sarmış mı yoksa geçici ve bir süre için doğmuş şeyler   arasında mı sayılması gerektiğini araştırırız. Bu şeylere bakan kimse Tanrı’ya ne sağlar? O’nun eserinin büyüklüğünün tanıksız kalmamasını. En yüksek iyi’nin Doğa’ya göre yaşamak olduğunu söyleriz: Doğa bizi iki şey için, hem evreni temaşa, hem eylem için yarattı.

                        V.

                        1.Şimdi ilk söylediğimizi doğrulayalım. Ne belli değil mi? Herkes bilmediği şeyler için ne büyük öğrenme isteği duyduğunu, bütün masallara ne kadar meraklı olduğunu bir düşünürsek, bu doğrulanmış olmayacak mı?

                        2.Bazı kimseler deniz yolculuğu yaparlar, yabancı ülkelerde uzun uzun dolaşmanın yorgunluklarına herkesten gizli ve uzak kalmış bir şeyi öğrenme karşılığında katlanırlar. Bu duygu halkı gösterilere çeker, bu kapalı yerleri açmaya, gizli şeyleri araştırmaya, eski olayları ortaya çıkarmaya, yaban ulusların töreleri üzerine bilgi edinmeye zorlar.

                        3.Doğa bize meraklı bir yaratılış vermiştir, yeteneğini ve güzelliğini bilerek bizi o güzelim manzaralarına doya doya bakmak üzere yaratmıştır, bunca büyük, bunca parlak, bunca incelik işlenmiş, bunca aydınlık ve güzelliği türlü türlü şeyleri yokluğun önüne serseydi, emeği boşa gidecekti.

                        4.Bize hangi yeri verdiğini gör de, onun kendisine yalnız bir göz atılmak değil, uzun uzun bakılmak istediğini anla: Bizi kendi merkezine koydu, bize her şeyi çevremizde görme olanağı verdi; insanı ayağa dikmekle kalmadı, bir de temaşayı kolaylaştırmak amacıyla yıldızların devinimlerini doğuşlarından batışlarına dek izleyebilmesi ve yüzünü evrenle birlikte döndürebilmesi için, onun başını yukarı çevirdi, bu başı bükülgen boynunun üstüne koydu. Sonra gündüz altı, gece altı burc bir baştan öbür başa ilerleterek gözlerinin önüne sunmuş olduğu şeyler aracılığıyla gerikalan şeylere de merak uyandırmak umuduyla, hiçbir bölümünü ortaya sermeden bırakmadı.

                        5.Çünkü ne herşeyi görüyoruz, ne de her şeyi olduğu ölçüde büyük görüyoruz, gene de bizim bakışımız kendisine araştırma yolunu arar, gerçek için temeller atar, böylece, inceleme açıklıklardan karanlıklar alanına geçer, evrenin kendisinden daha eski bir şey bulur: Şu yıldızlar nereden çıkmıştır; tek tek bölümlere ayrılmadan önce, evrenin durumu ne idi; hangi akıl birbirine girmiş şeyleri ayırıp düzene sokmuştur; kim nesnelere yerlerini göstermiştir; doğaları gereği mi ağır nesneler aşağı inmiş, hafifleri yükselmiştir; yoksa nesnelerin itiş gücü ve ağırlığının dışında daha yüksek başka bir güç tek tek nesneler için bir kural mı moymuştur; yoksa yıldızlardan kopan parçacıkların, kıvılcımlar gibi, yere inmiş olması, bu yabancı yerde çakılıp kalmış olması mı gerçektir - işte insanların tanrısal yaratılışta olduğu özellikle bununla kanıtlanır-?

                        6.Düşüncemiz göğün duvarlarını aşar, karşısına çıkan şeyi bilmekle yetinmez: ‘Dünyanın ötesinde bulunan şeyi araştırıyorum, acaba sınırsız bir erginlik midir bu, yoksa kendi sınırlarıyla mı son bulur; dünyamızın dışında kalmış şeylerin görünüşü nasıldır, biçim bulmamış ve düzensiz midir yoksa her yöne doğru eş büyüklükte yer kaplayan bu şeyler bir uyum içinde mi dizilmişlerdir; bu dünyaya bağlılar mı yoksa bundan  çok ayrılar mı ve bu dünya boşlukta mı dönüyor; olmuş ve olacak her şeye vucut veren ieyler atom mudur yoksa evrensel madde homojen olup tümüyle mi değişir? Acaba öğeler birbirlerine mi karşı çıkarlar yoksa çarpışmazlar da, değişik yönlerden aynı amaca yönelirler?’ der.

                        7.Bunları araştırmak için doğan insan zamanının tümünü kullanmakta sıkı davransa da, ne denli az zamanı vardır onun, bunu düşün: Varsın bu adam yumuşaklığı ya da kayıtsızlığı yüzünden zamanının elinden alınmasına izin vermesin, varsın saatlarını aşırı cimrilikle kullansın ve insanın yaşamının son sınırına dek ilerlesin, kendisine doğa ne vermişse, talih onu silkeleyip atmasın, gene de insan ölümsüz şeyleri bilmeyecek ölçüde ölümlüdür.

                        8.Öyleyse, kendimi bütün bütün doğaya verdiysem, ona hayransam ve tapıyorsam, doğaya uyarak yaşıyorum. Doğa benim iki iş yapmamı, eylemde olmamı ve temaşa için boş zaman bulmamı istemiştir: Her ikisini yapıyorum, çünkü temaşa bile eylemsiz olmaz.

                        VI.

                        1.Fakat ondan ucu sonu olmayan sürekli temaşadan başka hiçbir şey beklemeden, ona zevk için yaklaşıp yaklaşılmadığını öğrenmekte yarar vardır, diyeceksin; çünkü o tatlıdır, onun kendisine özgü çekiciliği vardır. -Buna karşılık sana şunu  diyeceğim: Hangi duyguyla kamu yaşamındayer alındığını bilmek aynı şekilde gereklidir, her zaman işli güçlü görünmen, hiçbir zaman insancıl şeylerden tanrısal şeylere bakacak bir zaman bulamaman için değil mi?

                        2.Nasıl hiçbir erdem sevgisi olmadan, zekasını geliştirmeden çıkara yönelmek, kaba eserler ortaya koymak hiç salık verilir birşey değilse ( çünkü bunlar kendi aralarında karışmak ve birleşmek zorundadır), öylece kamu işlerinden uzak, eylemsiz duran, öğrendiğini hiçbir zaman göstermeyen erdem de eksik ve güçsüz bir iyidir.

                        3.Erdemin kendi gelişmelerini uygulama yoluyla denemek zorunda olmadığını, yalnız ne yapmak gerektiğini düşünmekle kalmayıp bazan eyleme geçmek, düşünülmüş olan şeyleri gerçekleştirmeye götürmek olmadığını kim söyleyebilir? - Peki, engel bilgenin kendisinden gelmiyorsa, eksik olan eylemci deil, de, eylem fırsatı ise?Ona kendisiyle başbaşa kalma iznini vermeyecek misin?

                        4.Bilge hangi düşünceyle eylemden çekilir? Kendisinin o zaman bile ileriki kuşaklara yararlı olacak işler yapacağını bilerek. Biz elbette Zenon’un, Khrysippos’un  ordulara önderlik etmiş, yüksek görevlerde bulunmuş, yasalar getirmiş olmaktan daha büyük işler yapmış olduklarını söyleyen insanlarız: Onlar bu yasaları bir tek yurttaş topluluğuna değil, bütün insan soyuna getirdiler. Öyleyse glecek yüzyılları düzene sokmak, birkaç kişinin yanında değil, bütün ulusların yaşayan ve yaşayacak olan bütün bireyleri karşısında konuşmak olanağını veren kamu işlerinden uzak durma ne diye, neden iyi insana uygun düşmesin?

                        5.Sonuç olarak Kelanthes’in, Khrysippos’un, Zenon’un kendi ilkelerine göre yaşayıp yaşamadıklarını soruyorum. Onların ne biçim yaşamak gerektiğini söylemişlerse, çyle yaşamış olduklarını söyleyeceksin kuşkusuz. Oysa hiçbiri devlet yönetiminde bulunmadı. Kamu işlerini yürütecek ne durumda ne mevkide değildiler, diyorsun.- Buna karşılık bunlar hiç de boş bir yaşam geçirmediler:  Kendilerinin dingin yaşamı başkalarının konuşmalarından ve ter dökmelerinden nasıl daha yararlı olur, işte bunu buldular. Böylece bunlar hiçbir kamu işi yapmadıkları halde, gene de çok iş görmüş duygusu verdiler.

                        VII.

                        1.Bununla birlikte 3 tür yaşam vardır, bunlar arasında en iyisinin hangisi olduğu sorulur  durur: 1.zevki, 2.temaşayı, 3.eylemi amaç edinir. İlkin, tartışmayı, karşıt öğretilerden yana olanları duyduğumuz yatışmak bilmeyen kini bir kenara bırakıp bu üçü başka başka adlar altında aynı noktaya varıyorlar mı varmıyorlar mı görelim. Zevki öne süren temaşasız değildir, temaşaya kendisini adayan zevkten uzak değildir, yaşamo eylemlere bağlanmış olan da temaşadan geri durmaz.

                        2.Bir şeyin amaç olarak alınmasıyla başka bir amacın katkısı olarak alınması arasında çok büyük ayrım vardır, diyorsun-. Elbette büyük ayrım vardır; gene de biri öteki olmadan; ne o eylemi biraraya iterek temaşa eder, ne de bu temaşayı büsbütün  bırakarak iş görür, ne de kötü bulmakta anlaştığımız üçüncüsünü gevşek bir zevke gönül verir; tersine o, mantıkla sağlam kıldığı zevki beğenir.

                        3.Böylece bu zevk Felsefesi’nin kendisi de eylem halindedir. Epikuros zaman zaman, ya zevkin ardından pişmanlık gelecek olursa ya da hafif bir acı çok daha büyük bir acıyı önleyecekse, zevkten elini çekeceğini, acıyı bile isteyeceğini söylediğine göre, bu Felsefe ne diye eylem olmasın?

                        4.Bunları söylemek nereye varır? Temaşanın herkesçe beğenildiğini kanıtlamaya varır: Bazıları onu amaç edinirler; bizim için ise, bu demir atma yeridir, liman değildir.

                        VIII.

            1.Şimdi Khrysippos’un ilkesine göre kamu işlerinden uzak durarak yaşamaya izin verildiğini de buna kat Serenus. Kamu işlerinden uzak durmaya katlanmak değil, benim söylediğim, bunu seçmek. Bizimkiler bilgenin rastgele bir Devlette kamu işlerine katılmamasını söylerler. Kamu işleri ne türlü olursa olsun bilgelerden uzak kaldıktan sonra bilge kamu işlerinden neden uzak durmamalı? Kamu işinin mi bilgeden, yoksa bilgenin mi kamu işinden kaçındığının bilinmesinin ne önemi var? Üstelik O, kendisini inceden imceye araştıranlardan her zaman kaçacak.

            2.Hem hangi Devlet’e katlanabilir ki bilge?[10] Sokrates’in (ö. MÖ 399) mahkum edildiği, Aristoteles’in (ö. MÖ 322) mahkum edilmemek için kaçmak zorunda kaldığı Atinalılar’ın Devleti’ne mi? Yoksa hakseverliğin ve iyiliğin çok aşağılık bir şey olduğu, düşmanlarına karşı insanlık dışı işkence ve gaddarlık, kendi yurttaşlarına karşı bile düşmanlık gösteren Kartacalılar’ın Devletine mi? 

            3.Bundan da kaçarak, Devletleri teker teker düşün, bilgeye uyacak ya da bilgenin uyacağı hiçbir Devlet bulamayacağım. Kendimize göre biçimlendirdiğimiz Devlet yoksa, kamu işlerinden uzak durma herkes için zorunlu olmaya başlıyor, çünkü kamu işlerinden uzak durmaya üstün tutabilmiş bir şey hiçbir yerde yoktur.

            4.Biri deniz yolculuğu yapmanın en iyi şey olduğunu söylüyor, arkadan da deniz kazalarının olageldiği ve sık sık dümencisini ters yöne sürükleyen  fırtınaların  patladığı denizde yolculuk yapılmaması gerektiğini söylüyorsa, sanırım ki, bu, deniz yolculuğunu övmekle birlikte, benim  geminin demirini almamı yasaklıyor demektir... [11]

 (ç.Güngör Varınlıoğlu, Latince’den, s.113-22)

               

-De Tranquillitate Animi, (Ruh Dinginliği),

 

                        ‘De otio -Bu kitabı De constantia sapientis ile De transquillitate animi gibi dostu Annaeus Serenus’a yazmıştır. Serenus Epikuroscu’dur. Seneca O’nu Stoacı yapmak istemektedir. Serenus’un Epikurosculuk’tan Stoacılığa geçişini biz sırasıyla De constantia sapientis, De transquillitate animi ile De otio’da izleyebiliriz. 1.de Serenus henüz Epikuros’a bağlıdır, Seneca’ya karşı koyar, O’nunla eğlenir, O’na kızar. 2.de Stoacı olmaya hazır duruma gelmiştir. Ancak, birtakım kuşkuları, birtakım sorunları vardır. Seneca, burada Serenus’a gerekli açıklamaları yapar. 3.de Serenus artık Stoacı’dır, üstelik Seneca’dan daha koyu bir Stoa’cı. Kamu işlerinden uzaklaşmayı, bir yana çekilmeyi salık veren Seneca’yı öğretiye karşı çıkmakla suçlar, Seneca da kendini savunur, yeni davranışını doğru göstermeye, tutumunun Stoa’nın ilkelerine uygun olduğunu kanıtlamaya çalışır.

                        Seneca’nın De transquillitate ile De Otio’da ortaya sürdüğü düşünceler birbirine karşıttır. Yazar De transquillitate animi de bilgeyi Devlet işlerinden uzak tutmak isteyen Athenodoros’a karşı çıkarken, De otio’da Athenodoros’un düşünmesini hiçbir sakınca duymadan kendi düşüncesi olarak neden savunuyor? Burada Seneca’nın durumundaki değişiklik akla geliyor. De transquilitate animi’yi Saray yaşamı içinde, De otio’yu ise saraydan ayrılış yılı olan 62’den sonra yazmıştır. (Güngör Varınlıoğlu )

               

-De Providentia, (Tanrısal Öngörü),

-De Vita Beata, (Mutlu Yaşam),

-Divi Claudii Apocolcyntosis, [12]

-Epigrammata et Divi Claudii apocolocyntosis, , [13]

-Epistulae Morales ad Lucilium, (Lucilius’a Ahlaki Mektuplar), [14] 20 Kitap, 124 Mektup,

 

            ‘Seneca Lucilius’una Selam eder

            Yanından gelenler, senin kölelerinle arkadaşça geçindiğini söylüyorlar. Buna çok sevindim. Senin bilgeliğine de bu yakışır. ‘Onlar köledir’, diyecekler: Ama onlar aynı zamanda insandırlar. Onlar köledir, evet ama bizim can yoldaşlarımızdır. Köledirler, evet ama bizim en yakın dostlarımızdır. Köledirler, evet ama bizim de onlar kadar kaderin elinde olduğumuzu düşünürsen biz de onlar gibi birer köle değil miyiz? Bunun için, kölesiyle yemek yemeyi ayıp sayanların aklına şaşarım. Niçin mi? Öünkü, şu köle kalabalığıı yemek yiyen efendinin etrafına diken, kibirli bir alışkanlıktan başka nedir?

            Efendi midesinin alabildiğinden fazla yer; her şeyi, boğazına tıkarken harcadığından daha büyük bir çabayla çıkarmak üzere, gerilmiş ve artık görevini yapamaz olmuş karnını büyük bir açgözlülükle doldurur. Bahtsız köle ise, konuşmak için bile ağzını açamaz: Sopa her mırıltıyı bastırır; öksürük, aksırık, hıçkırık gibi elinde olmayan şeyler yüzünden bile, köleden dayak esirgenmez. Herhangi bir sesle susmayı bozmanın büyük cezası vardır. Sabaha kadar aç karnına ses çıkarmadan durular. Sonuç olarak, efendilerinin ardından konuşurlar. Oysa bir zamanlar yalnız efendilerinin yanında değil, efendilerinin kendileriyle de konuşup görüşen, ağızları dikilmeyen köleler, onların yerine başkalarını vermeye, çatan tehlikeyi kendi üstlerine çevirmeye hazırdılar; şölenlerde konuşur, ama işkence sırasında ses çıkarmazlardı. Sonra, şu ‘ Her köle, bir düşman’ değimi, hep o gururun yaygarasıdır. Köleler bizim düşmanımız değildir, biz onları kendimize düşman ediyoruz.

            Bu arada, bazı gaddarca, insana yakışmaz hareketleri, köleyi insan değil de hayvanmışcasına horlayarak kullandığımızı, biz yemek sofrasına uzandığımız zaman onlardan kiminin tükürük temizlediğini, kiminin yerlere kapanarak sarhoşların artıklarını topladığını ayrıca söylemek  gerekmez. Kimi ise pahalı kuşları keser, usta elini belirli hareketlerle hayvanın göğsünden ve butlarından geçirerek parçalara ayırır. Ancak bunun için, kuşları yordamınca kesmek için yaşayan bahtsız! Yalnız şu var ki, bu işi zevk için öğreten, zorla öğrenenden ne kadar daha zavallıdır! Birinin görevi şarap sunmak mı? Öyleyse kadın gibi süslüdür; yaşı ile cenkleşir. Çocukluk çağından bir türlü kurtulmaz: Bırakmazlar. Artık askerlik çağına geldiği halde yüzü tüysüz, kılları kazınmış ya da bir tamam yolunmuştur; efendisinin sarhoşluğuna ve keyfine harcadığı bütün geceyi uykusuz geçirir, kendi odasında erkek, şölende oğlan çocuğudur. Konukları  gözetmekle görevli bir başkası, zavallı, hep ayakta, dalkavukları ve boğazlarının ve dillerinin ölçüsüzlüğü dolayısıyla ertesi gün yine öağrılacakları süzer durur.  Bunlardan başka, efendilerinin ağız tadı üstüne ince bilgisi olan, onun iştahını nelerin açtığını, nelerin gözüne hoş göründüğünü, ne gibi bir yeniliğin onun mide  bulantısını  giderdiğini, doyunca nelerden hoşlanmadığını, o gün canının ne istediğini bilenler de vardır. İşte, efendi bunlarla birarada yemeğe katlanamaz, kölesiyle bir masada yiyecek olsa görkeminden yitireceğini sanır.

            Tanrılar beterinden saklasın! Gerçekte bu efendilerin nicesinin birer efendisi vardır! Ben, Callistus’un [15] eşiği önünde eski efendisinin beklediğini, boynuna bir yafta asarak işe yaramaz köleler arasında satışa sürdüğü kimse başkalarını huzuruna kabul ederken, kendisinin dışarıda bırakıldığını gördüm.Tellal’ın sesini denediği 1.gruba atılan köle[16] efendisine böyle karşılık verdi; bu kere efendisini o reddetti, evine layık bulmadı Efendisi Callistus’u satmış, ama Callistus efendisine neler etmemiş! 

            Bir düşünsene! Şu  köle dediğin aynı tohumdan doğmuş değil mi? aynı gökten  faydalanmıyor mu? Başkaları gibi nefes almıyor, yaşamıyor, ölmüyor mu? Senin onu özgür olmuş görebileceğin kadar O da seni köle görebilir. Varus felaketi sırasında, talih, gayet parlak ailelerden olup  askerlik hizmeti yoluyla senatoya girmeyi tasarlayan bir çok gençleri çşkertti; kimi çoban, kimi kulübe bekçisi oldu. Şimdi hor gör bakalım, hor gördüğün anda haline düşebileceğin zavallıyı! Geniş olduğu oranda bilinen bir konuyu ele almak, kendilerine karşı büyük gururla, gayet gaddarca, hoyratça davrandığımız  kölelerin kullanılışı üstünde söze girişmek istemiyorum. Yalnız öğüdüğümün özünü dinle: Kendinden üstün olan seninle nasıl yaşasın (sana nasıl davransın) istiyorsan, senden aşağı olanla ( sen de) öyle yaşamalı (öle davranmalı) sın. Kölene neler etmeye izinli olduğunu düşündükçe, senin efendinin de sana o kadarını yapabileceğini aklına getir. ‘Ama benim efendim yok ki...’ diyeceksin. Ömrünün güzel bir devri bu; fakat belki  bir gün böyle bir şey ( senin de) başına gelecektir. Hekane’nin, Karun’un, Dara’nın anasının, Platon’un, [17] Diogenes’in[18] hangi yaşta kölelik etmeye başladıklarını biliyor musun? Kölene karşı şefkatli, hatta nazik ol; onunla konuş, birlikte yaşa.

            Kibarlar alayı bu sözüm üzerine, ‘İnsanı bundan küçük düşürecek bundan çok utandıracak şey olmaz’ diye haykıracaklardır. Ben böyle söylenenleri, başkalarının  kölelerinin ellerini öperken yakalayabilirm. Atalarımız, efendilerinin çirkin, kölelerinin ise onursuz durumuna hafifletmişler, onu da mı görmüyorsunuz? Efendiye pater familias demişler, kölelere de mimos oyunlarında hala yaşayan familiares [19]adını vermişler, kölelerine yalnız efendileriyle yemek yiyecekleri bir bayram günü ayırmakla kalmamış, küçük bir devlet saydıkları evlerinde onların her türlü şeref yerine geçmelerine ve hak dağıtmalaına izin vermişler. ‘Öyleyse bütün köleleri soframa mı alacağım?’ Tıpkı, bütün özgürleri aldığun gibi. Şu katırdır, şu sığırtmaçtır diye, aiağılık iş gören bazılarını sayacağımı sanıyorsan, yanılıyorsun: Ben her birinin değerini, görevine değil, ahlakına göre vereceğim. İnsan kendi ahlakını yaratır, ama görevini ona rastlantı yükler. Kimi layık olduğu için, kimi de layık olmak için seninle birlikte yesin. Çünkü alçak durumlarından ötürü kendilerinde kölece bir şey bulunanlar, daha şerefli kimseler arasında yaşamakla bunu üstlrinden sileceklerdir.

            Dostum Lucilius,arkadaşını yalnız forumda ya da Senato’da araman için hiç bir neden yoktur: Bu işe dikkatle sarılırsan, aradığını evinde de bulursun, işleyecek usta el olmazsa, çok kere cevher bir işe yaramaz: Dene, göreceksin. At alırken, hayvana bakacak yerde onun örtüsüne ve gemlerine bakmak ne ahmakça bir şeyse, insanı, elbisesine veya elbise gibi onu saran durumuna bakarak değerlendirmek de o kadar ahmakça bir iştir. ‘Köledir’ diyecekler. Peki ama belki özgür bir ruhu vardır. ‘Köledir’, bunun ne zararı olabilir?  Köle olmayan birini göster: Kimi şehvetin, kimi tamahın, kimi şeref tutkusunun, herkes umudun, herkes korkunun kölesidir.  Yaşlı bir kadına kul olan eski Konsüllerden birini bilirim: Bir zengin, bir çok soylu gençler gösterebilirim ki, biri bir hizmetçi kızcağızın, ötekiler pantomima oyuncularının kölesidir. İradeye bağlı kölelikten daga ayıbı yoktur. İşte bu yüzden şu tiksinenlerin, adamlarına sevimli görünmekten ve yukarıdan aşağıya bakmaksızın onlara üstün olmaktan seni caydırmaları için hiç bir neden yoktur. Kölelerin korkacaklarına seni saysınlar.

            Korkacaklarına, efendilerini saysınlar dedim diye, şimdi biri çıkıp benim köleleri başlarına takke geçirmeye [20], efendilerini bulundukları yücelikten atmaya yüreklendirdiğimi iddia edecek; ‘Öyleyse, saygılarını sunmaya gelen azatlılar gibi saysınlar demeye getiriyorsun, değil mi?’ diyecek. Bunu söyleyen, sayılan ve sevilen Tanrı’ya yeter olanın efendilere de yetmesi gerektiğini unutuyor. Sevgi ile korku birarada olamaz. Bundan ötürü, kölelerinin senden korkmalarını istememekle, onları ancak sözle cezalandırmakla bence çok doğru hareket ediyorsun.  Yalnız hayvanlar sopa ile yola getirilir. Betimize giden her hareket bizi her zaman incitmez; ancak zevk ve sefa bizi zorla köpürmeye sürükler: İstediğimize uymayan herşeye öfkeleniriz. Kralmışız gibi bir tavır takınırız: Çünkü Krallar da kendi güçlerini ve karşılarındakilerin güçsüzlüğünü unutarak, hakarete uğrarmışcasına kızar, hiddetlenir: Oysa durumlarının yüceliği, onlara böyle bir tehlikeden esirgemektedir. Bunu da bilmez değiller; ama kötülük etmek için kolladıkları fırsatı kaçırmak istemezler: haksızlık etmek için haksızlığa uğradıklarına inanmış gibi yaparlar.

            Daha fazla vaktini almak istemiyorum. Zaten seni yüreklendirmek de gerekmiyor. Temiz ahlakın bir de şu iyiliği var ki, kendinden hoşnut ve süreklidir. Bozuk ahlak ise oynaktır, sık sık değişir: Daha iyi değil, daha kötü olur. Sağ ol.’ [21]

            ‘Ölçülü tutkuları olmak mı, ya da hiç bir tutkusu olmamak mı daha iyidir dersen Lucilius, Bizim Stoacılar hiç bir tutkuyu istemiyorlar, Aristotelescilerse, ölçülü olmak şartıyla kimilerine göz yumuyorlar. Ben, kendi payıma, bir hastalıktan vucudun nasıl yararlanabileceğini anlamıyorum. Korkma, elinden alınmasını istemediğin hiç bir şeyi senden ayıracak değilim. Ben ancak kötü ve bozuk olanı alacağım senin elinden. Şehveti ve sefihliği senden alıyorum ama yaşayışını tatlı kılabilecek her şeyi sana bırakıyorum. Onlar seni yöneteceği yerde, sen onları yönet. Bütün tutkuların doğal kaynaktan çıktığını bilmez değilim. Bunlar, yaşamaya katlanabilmek için gereklidir. Ancak, şehvet ve sefihlik, yaşamaya katlanabilmek için değil, sadece kendileri için gereklidir. O halde kapılarımızı bunlara kapayalım. Çünkü onları içeri almak kolaydır ama dışarıya atmak zordur Lusilius..’ [22]

                        ‘Sadece namusun iyi olduğunu anlamadıkça mutlu olamazsın Lucilius. Çünkü mutlu yaşamak için kuşkuyla titrememek gerekir. Bizi güvene götüren tek bir yol varsa, o da bütün dış şeyleri hor görmek ve namusla yetinmektir. Kendini erdem’e değil de talih’e bırakırsan özgürlüğünden olur, başkasına boyun eğersin. Gerçek iyiler, aklın verdikleridir. Çünkü onlar sağlam ve süreklidir. Mutluluk budur Lucilius.. ‘[23]

             

-Tragoediae, Trajedyalar, 9 tanedir.

-Agamemnon,

-Hercules Oetaeus, (Otea Dağında Herkules),

-Medea, [24]

-Hercules Furens, (Kızgın Herkules),

-Oedipus,

-Phoenissae, (Fenikeli Kadınlar),

-Thyestes,

-Troades Hecuba, Truvalı Kadınlar,

-Naturales Questiones,  (Doğa sorunları), 7 kitap,


 


[1]           1475,Napoli,

[2]           1852,Leipzig, Teubner,

[3]           Bu Diyalog un 3 tanesi Consolatio (Avuntu) adını taşır.

[4]           De Beneficiis, XXVIII

[5]           Bu Dialogdan  bir  parça İsmet Çalık Tercüme Dergisi c.I, 1941 4.sayıda yayınladı..s.409-12

[6]           1961,Paris, De la Clemence, Les Belles Lettres,

[7]           Der. Rene Waltz, Dialogues, c.IV, Paris, 1959, Les Belles Lettres,

[8]           Yani, en iyi Kitapların.

[9]           Vergilius/ Aeneas, ix, 612,

[10]          Bu konuda Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un Siyaset  Felsefesi’nde farklılaşan yolları  hatırlanmalı.

[11]          Epikuroscu dostu Serenus’a yazdığı  Mektup’tan.

[12]          İmparator Claudius’un kabaklaşması, Samim Sinanoğlu tarafından çevrilerek Epigram’larla birlikte yayınlandı.

[13]          Samim Sinanoğlu çevirdi ve Seçme Epigramlar ve İmparataor Claudius’un Kabaklaşması adıyla 1947,Ank,  de MEB ca (Dünya Edebiyatından Tercğmeler, latin Klasikleri: 23)yayınlandı.

[14]          Bu mektuplardan birkaçı (XIV/2, XIV/1, IX/1) Samim Sinanoğlu ve Fatma Paksüt (Mektup) tarafından çevrilerek Tercüme Dergisi’nin 1944 yılı 24. sayısında s.365-81,yayınlandı. Ayrıca 1964 yılı Mektup Özel Sayısı, s.77-80 (XLIII.Mektup) ,s.42-45 (LXI.Mektup) ,

[15]          İmp. Claudius’un en ezılı azatlılarından biri.

[16]          Satış, 1.gruba atılan en değersiz kölelerden başlardı.

[17]          Bir söylentiye göre, Syrakusa Tiranı Dionysios, aralarının açılması üzerine, Platon’u köle olarak bir Spartalı’ya vermiş, Aigina pazarında satılığa çıkarılan Filozof, O’nu tanıyan Kyreneli Annikeris tarafından satın alınarak özgürlüğe kavuşturuldu.

[18]          Sinoplu Filozof’u korsanlar Girit’te satılığa çıkardılar. Köle pazarında ‘Senin elinden ne gelir’ sorusuna, ‘Özgür insanlara buyurmak’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Xeniades adında Korinthoslu biri O’nu aldı ve azad ederek çocuklarının eğitimi ile görevlendirdi.

[19]          Pater familias: Aile babası, ev halkının başı. Familiares: aileden, ev halkından olan kimseler.

[20]          Özgür Romalılar’ın bazı törenlerde başlarına giydikleri bir çeşit takkeyi (pilleus) köleler azad edildikleri zaman giyerlerdi.

[21]          XLVII.Mektup, ‘İnsanların Eşitliği Üstüne’Samim Sinanoğlu’nun ‘Demokrasi Üzerine Düşünceler’ adıyla Tercüme Dergisi ,1946, sa.39-50 de Epistulae (Morales) and Lucilium’dn yaptığı çevirinin M.Tuncay’ca gözden geçirilmesi ile.

[22]          CXVI

[23]          LXXV

[24]          Samim Sinanoğlu tarafından çevrilerek 1945,Ank de MEB ca (Dünya Edebiyarından Tercümler, Latin Klasikleri 8) yayınlandı.